Temmuz 19, 2005

DA VINCI ŞİFRESİ VE KOMPLO TEORİLERİ

Yayın dünyasında bir ‘Da Vinci Şifresi’ ile başlayan gizli örgütler ve komplo teorileri rüzgarı esmeye devam ediyor. Tekmil milleti tapınak şövalyeliği, sion manastırı, kutsal kase gibi kavramlara aşina eden kitabın ardından kitapçı rafları benzer konularda kaleme alınan eserlerle doldu. Artık tapınak şövalyesi dediğin ne yer ne içer, masonlukla aralarındaki bağ nedir gibi öğrenilmesi elzem konular için el altında, yerli ve yabancı bir sürü kaynak bulunuyor. Vatikan’ın ‘Da Vinci Şifresi’ne karşı on kadar kitap sipariş vermesi işin boyutlarını gösteriyor. Brown’un yeni kitaplarının da çok satanlar listesine girdiği ve komplo teorilerinin edebi bir kılıfla piyasaya sürüldüğü günümüzde konu ile ilgili kitaplara bir göz atmak gerekiyor.


‘Da Vinci Şifresi’nde dile getirilen tezleri Richard Leigh, Michael Baigent ve Henry Lincoln tarafından hazırlanan kitaplarda da bulmak mümkün. Hatta kitapları çeviren yayınevinin iddiasına göre Brown bu kaynaklardan çokça da faydalanmıştır. Söz konusu kitaplarda yer alan iddialar şöyle özetlenebilir: Tapınak Şövalyeleri, Hıristiyanlık ile ilgili büyük bir sırrı koruyan sapkın bir güruhtur. Şövalyeler daha sonra masonların arasına karışıp dünya olaylarını etkilemeye devam etmişlerdir. Birçok tarihi şahsiyetin bu güruhla ilişkisi vardır ve büyük toplumsal olaylar sadece tapınakçılar ya da masonlar tarafından bilinen bir senaryoya göre hayata geçirilmektedir. Örneğin Fransız Devrimi tapınakçıların işidir. Da Vinci, Newton, Rousseau, Voltaire, Benjamin Franklin gibi kişilerin masonluğu ise Aydınlanma mücadelesinin aslında bir mason senaryosu olduğunu kanıtlar.

İnsanlık tarihinde komploların ve dinsel çekişmelerin her zaman varolduğu biliniyor. Ama edebiyatta ‘Da Vinci Şifresi’ ile simgeleşen komplo teorilerine sığınma eğilimi bundan fazlasını söylemektedir. Örneğin ‘Yeni Dünya Düzeni’ni emperyalizm kavramını bir kenara bırakarak bir takım gizli örgütlerin binlerce yıllık şiarlarıyla açıklamak yalnızca cehaletin değil akıl sağlığıyla da ilgili ciddi sorunların göstergesidir. Tarihi, komplo teorileriyle ve gizli örgütlerle açıklamaya çalışmak ideolojik gıdasını son yıllarda akla ve Aydınlanma’ya açılan savaştan alıyor. Büyük bir cehaletten beslenen komploculuk insanlığın en büyük maceralarından birisi olan Aydınlanma’yı halktan kopuk, tuhaf şeylere inanan bir avuç insanın ürünü olarak gösteriyor. Aydınlanma’nın asıl kaynağı olan Fransız devrimi ya da Kurtuluş Savaşı gibi toplumsal mücadelelerin üstünden atlanması ya da karalanması bu yüzdendir.

Böylesine tuhaf bir akımın ülkemiz içinde de bir yankı bulması eşyanın tabiatına aykırıdır. İslamcı çevreler başta olmak üzere eli kalem tutan birçok kişinin konu ile ilgilendiği biliniyor. Hepsinin ortak derdi cumhuriyeti kuran kadrolarla hesaplaşmaktır. Masonluk, sebatayizm, tapınak şövalyeliği gibi kavramlar bu hesaplaşmanın en çok kullanılan araçlarıdır.

Bunlar arasında Reşat Numan’ın ‘Tapınak Şövalyeleri ve Masonlar’ isimli eseri dikkat çekiyor. Başkalarının söylediklerini tekrarlamanın ötesine geçmeye gayret eden Numan’ın yorumları oldukça sıra dışı. Örneğin tarikatın yoksulluğunu vurgulamak için seçtiği aynı atı paylaşan iki şövalye figürü Numan tarafından, ilginç bir akıl yürütmeyle, bir tür sapıklık nişanesi olarak kabul ediliyor. Yine müthiş bir başka saptama da tapınakçıların sığındığı protestanlığın yaygın olduğu bölgelerde kapitalizmin gelişimiyle ilgilidir. Böylelikle kapitalizm ruhu ve tapınakçılık arasındaki ilişki sosyolojik olarak ortaya çıkarılmış oluyor. Reşat Numan’ın farklılaşmayı denemesi bu kadardır. Ardından o da tıpkı diğer tapınakçı uzmanları gibi Fransız Devrimi’nin ve 1908 Jöntürk Devrimi’nin nasıl birer tapınakçı oyunu olduğunu göstererek memleket meselelerine eğiliyor.

Dallas İlahiyat Fakültesi’nde Yeni Ahit İncelemeleri uzmanı olarak görev yapan Prof. Darrell L. Bock ise ‘Da Vinci Şifresi’nin Kırılması’ isimli kitabıyla meseleye başka bir açıdan yaklaşıyor. Bock’un öne çıkartılan özelliklerinden yola çıkarak ‘Dallas İlahiyat Fakültesi’nin bu türden konularda uzman olduğunu düşünmek mümkün. Yayınevinin de, sağ olsun, memleketin düşün hayatında bir eksiklik hissederek hemen meseleye el attığı ve bu önemli eseri dilimize kazandırdığı anlaşılıyor.

Aslında ‘dile kazandırma’ lafını fazla ciddiye almamak gerekiyor. Çünkü şifreleri çözmek yerine kırmayı tercih eden kitap o kadar kötü çevrilmiş ki yapılan işlemi ‘kazandırma’ olarak değerlendirmek mümkün görünmüyor. Kitabın önsözünde ‘Da Vinci Şifresi’nin artık bir kurgu eser olmaktan çıkarak tıpkı ‘Q İncili Projesi’ ya da Nag Hammadi ve Kumran’da bulunan yazmalar gibi insanları, özellikle de Hıristiyanları, yanlış düşüncelere sevk ettiği ifade ediliyor. Buraya kadar her şey yolundaymış gibi geliyor, ama değil. ‘Q İncili’, Nag Hammadi ya da Kurman yazmaları, apokratif İnciller gibi Hıristiyan gnostizmiyle ilgili bir sürü teknik tabiri içeren bir kitabın hiçbir açıklama vermemesine ve çeviri yanlışlarıyla dolu olmasına rağmen, baskı üzerine baskı yapması en azından tuhaftır. Akla yalnızca iki ihtimal geliyor: Ya insanlar anlamadıkları bir kitabı kapağında ‘Da Vinci Şifresi’ ile ilgili bir şeyler yazdığı için satın almaktadırlar ya da memlekette Hıristiyan ilahiyatına karşı büyük bir merak başlamıştır.

Bock, ‘Da Vinci Şifresi’ni çözmeye Magdalalı Meryem ile ilgili iddialarla başlıyor. Bock’a göre İsa peygamberle Meryem arasında bir ilişki olduğu yolundaki bütün iddiaların nedeni gnostik kaynaklardır. Bock’un hedefi ‘Da Vinci Şifresi’nin kaleme alınması sırasında sıkça yararlanıldığı anlaşılan gnostik metinlerin yanlışlığını kanıtlamaktır. Ardından sıra dört İncil’in doğruluğunu kanıtlamaya ve komplo teorilerine pek meraklı yeni gnostik akımlarla hesaplaşmaya geliyor. Kitabın sonunda Bock okuyucuyu gnostik rivayetleri ve komplo teorilerini bir kenara bırakarak ‘İsa’nın gerçek şifresi’ni çözmeye çağırıyor.

HALUK HEPKON
Radikal Kitap


Yeni Pentagon Raporu/Uzay Savaşları

Pentagon raporu" mu dediniz?

Hani derler ya, kötü haber paldır küldür verilmez, alıştıra alıştıra söylenir diye, işte şanlı Anglo-Sakson medyası da, Pentagon'un "çok gizli raporunu ele geçirdiğini" duyurarak, yakın gelecekte gerçekleşmesi beklenen olaylarla ilgili "ısındırma turları"na başladı.

Geçen hafta, 2 haber aşağı yukarı aynı anda belirdi gazete sütunlarında: Biri, "küresel ısınma" nedeniyle 20 yıl içinde "kıyamet" yaşanacağına ilişkin Pentagon raporuydu. İkincisiyse, "uzay savaşları" hazırlığı.

Önümüzdeki 8 Haziran'da, Venüs gezegeninin "transit geçiş çifti"nden ilki yaşanacak. İkincisi ve bu yüzyıldaki sonuncusu da, 2012'nin 6 Haziran'ında gerçekleşecek. Mayalara göre 8 güneş yılıyla, 5 Venüs (sinodik) döngüsü arasındaki bağlantı, evrenle ilgili "kutsal" ve oldukça "kritik" bir zaman dilimine işaret eder. Venüs'ün 2004 ile 2012'ye rastlanan iki transiti arasındaki 8 yıllık süreç de, "çağ sonu"na giden yolda "son dönemeç" oluyor. At yarışı jargonuyla söylersek, bu haziranın 8'inde, "son düzlüğe giriyoruz."

Duyulansa, "bariyer dibinden kopup gelen" Marduk'un ayak sesleri; Pentagon'un "küresel ısınma raporu" falan değil. Dönüşüm ve değişime hazır mısınız?

2010 Uzay Savaşları projesi!

Space.com'un verdiği habere bakılırsa, Amerikan Hava Kuvvetleri, çok yakın geleceğe yönelik ayrıntılı ve "fütüristik" bir savunma planı hazırlamış. "Dönüşüm" adını verdikleri bu planı 176 sayfalık bir dokümanda anlatan USAF kurmayları, ciddi bir "uzay savaşı"na hazırlanıyor gibi. Plan, kısa-orta-uzun vadeleri içeriyor ve her bir dönem için ayrı hedef konmuş. Bugünden, 2010 yılına dek geçecek süre, kısa vadeli plan olarak değerlendiriliyor ve "acil hazırlık" girişimlerini belirliyor. Asıl önem verilense, orta vadeli plan; yani, 2010-2015 arası. Amerikan kurmayları, bu dönemde bir "uzay savaşı"na hazır olmak gerekliliğinden söz ediyorlar. 2015'ten sonrasıysa, uzun dönem planı kapsamında değerlendiriliyor ve "denetim-üstünlük-egemenlik" motiflerini içeriyor.

Piramit'te yeni "gizli oda" teorisi

Jean Yves Verd'hurt ve Gilles Dormion, yaklaşık on altı yıldır Giza'daki Büyük Piramit (Khufu) üzerinde çalışmalarını sürdüren iki Fransız ejiptolog. Şu günlerde, uzun araştırmalarının sonuçlarını "Keops'un Odası" adlı kitaplarında yayımlamaya hazırlanan bilim adamları, dünyanın bu üzerinde en çok spekülasyon yapılan anıtının içinde, henüz bilinmeyen bir gizli odanın varlığını saptadıklarını belirtiyor ve Mısırlı yetkililerden resmen, piramit içinde çalışma yapmak için izin talebinde bulunuyorlar.


AP'nin haberine göre,iki Fransız bilim adamının bu talebinin önünde en büyük engel, konuyla biraz da olsa ilgilenenleri hiç şaşırtmayacak bir isim: Belki de dünya arkeoloji tarihinin en antipatik simalarının başında gelen, Mısır Eski Eserler Dairesi Başkanı, Dr. Zahi Hawass. "Büyük Piramit'le ilgili en az 300 farklı teori var. Herkes kendi teorisini kanıtlamak için araştırma yapmaya kalkarsa, yapı büyük zarar görür. Bu piramit, Mısırlıların kanlarıyla yapıldı, ona kimsenin zarar vermesine izin vermeyeceğim" buyurmuş. (Sanki babasının kanından söz ediyor, sanki bugünkü Mısır halkıyla Eski Mısır'ın sakinleri arasında çok yakın genetik bağ varmış gibi. Bu bayat hamasetten vazgeçeceği yok Hawass'ın.)

Verd'hurt ve Dormion ise, bir hayli kararlı. 1988 yılından bu yana yürüttükleri araştırmalarda, detektör cihazlar yardımıyla "Kraliçe Odası" olarak bilinen bölmenin hemen altında kenarları 4 metreyi bulan bir gizli odanın varlığını saptadıklarını; bu odanın açığa çıkarılmasının paha biçilemeyecek yeni bilgiye ulaşmayı sağlayabileceğini belirtiyorlar. İki ejiptolog, daha önce de Meidum piramidinde daha önce varlığı bilinmeyen iki gizli oda ve iki koridor saptamışlardı. Bakalım "Kara Adamlar"ın Mısır temsilcisi Hawass'ın oluşturduğu engeli geçmeyi başarabilecekler mi..

Temmuz 12, 2005

AMERİKA VE RUSYANIN TÜRKİYE ÜZERİNE PLANLARI

Bir gerçek var o da şudur ki;teknoloji konusunda,özellikle uzay ve gökbilimleri konusunda Amerika ve Rusyadan iyisi yok.Yıllardır Türkiye üzerine planlar yapılıyor,oyunlar oynanıyor.Yer yer bunları hissetsekte ispatlamak konusunda somut delillere ulaşamıyoruz.Sadece komplo teorileri üretmekle kalıyoruz.
Amerika yıllardır orta doğu projesiyle yanıp tutuşuyor.tek emeli ise petrol.bunun çeşitli oyunlara başvurduğunu biliyoruz.yakın tarihte de yaşanan en belirgin örneği Irak savaşı.tabii sözde Irak savaşı.Bünyesinde nükleer silah bulundurmasıyla suçlanan Irak'a hiç acımadan savaş açılmıştır ve binlerce insanın ölümüne sebeb olmuştur.sonuçta nükleer silah bulunamamıştır.aslında becerebilseydi kendi nükleer silhlarını getitecekti ama...Artık Irak'ı parçalamıştı.bütün petrol rezervleri elindeydi.devletin başına koftiden koyduğu bir başkanla bağımsız devlet imajı yaratmayaçalıştı kamuoyu önünde.ama herkes biliyordu ki;artık Irak bağımsız bir devlet değildi.onun iç işlerine ve dış işlerine her zanman karışacaktı.yani artık bir sömürge devletiydi.
işte eğer Amerika türkiyeyi eline geçirebilseydi doğu anadolu ve güneydoğu anadolu onun için biçilmiş kaftandı.çünkü bir bakıma orta doğu avuçalarının arasındaydı.
Ve Rusya.Amerikadan daha köklü bir tarihe sahip olan Rusyanın planları günümüzde bilmeyen yoktur.Boğazlar ve sıcak sular.Eğer bağazlara sahip olabilseydi ticaretini ve sömürgecilik emellerini daha kolay başarabilecekti.Yani Marmara,Karadeniz ve Ege bölgesi onun için bir hazineydi.
İşte bu fikirler ve ortak amaçlar iki devleti bir araya getirdi.Ve o büyük teknolojiyi.
benim oataya attığım teori şudur;19 ağustos 1999 Gölcük depreminin sahipleri AMERİKA ve RUSYADIR.o kadar fazla derine inemiyorum ama uzaya fırlattıkları uydudan gönderdikleri dalgalarla yer altındaki suların hareketini sağlayıp,fay hatlarının kırılmasına neden oldular.sonuç deprem.ve binlerce ölü insan.resmi kayıtlarda otuz bin küsür insanın öldüğü duyurulsada gerçek rakamlar daha ciddi büyüklükteydi.ama olağanüstü hal ilan edilecek,ekonomi iyice tepe taktaklak olacak,paranın değeri iyice düşecek diye gizli tutuldu.nitekim bunların sonunda iyice borçlandık.kime?ABD'ye.bizi de iyice boçlandırıp iç ve dış işlerimize karışma hakkı elde edecekti.ondan sonrası basitti...

AMERİKANIN SÜPER İNSAN PROJESİ VE DİKTATÖRLÜK EMELLERİ

Amerika yıllardır genetik konusuna akıl almaz paralar yatırıyor.Gecenlerde yine klonlama planları için 2 milyar dolarlık bütçe ayırmış.bunlar akıllara durgunluk veren büyüklükteki paralar.bundan üç dört yıl önce genetik ve dna konusunda bir çok haber spekülasyonlar çıktı.
"bilim adamlarımız insanlıkta yeni bir çığır açacak.tüm gücümüzle DNA şifresini çözmeye uğraşıyoruz.eğer çözer insanlığa hastalıksız bir hayat vaat edicez"gibi bir çok haber çıktı.Bence Amerika DNA şifresini ta o zamanlar çözdü.Ama bu kadar para yatırıpta sonuçsuz kalınmaz dermiş gibi ve sadece insanların gözünü boyamak için yakında bulacağız haberini yaptılar.
Biliyoruz ki;Amerika yıllardır orta doğu başta olmak üzere bütün dünyaya karşı sert bir politika izlemekte.Ve şunu da biliyoruz Amerikanın gerçek amacı olan ve tüm dünyayı tek bir devlet(Amerika) adı altında toplamak isteyen,bunu yer yer dünyaya karşı hissettiren bir devlet olmuştur.o "süper güç" imajıyla dokunulmaz bir hale gelmiştir.Sonuç olarak her zaman diktatörlük planlarını içten içe yürütmüştür.Savaş açmak için bahaneler bulamıyınca kendi halkının canını kıyıp "siz yaptınız" deyip savaşı başlatıyor.
bunun en büyük örneği de 11 eylül saldırılarıdır.Dünyanın bunu pek bilmesede bir kaç kelime ispat koyabilirim olaya.Depreme o kadar dayanıklı ve o kadar da sağlam inşa edilen bir binanın üsten çarpan bir uçakla durup durup yıkılmayıp ve daha sonra sanki temel bölgesine dinamit koyup patlatmışçasına alttan yıkılması bu olayı ispatlayan en çarpıcı örneklerden biridir.Amerika bunu yıllar önce kendi bünyesinde planlayıp uygulamıştır.
Ve en çarpıcı diğer bir örneği söylersek bina niyese o gün haftanın en sakin yani insanın en az bulunduğu dönemde saldırıyor.Bu da apaçık bir gerçektir ki bunlar planlanarak kasti yapılan saldılardılardır.
Artık anlıyoruz ki Amerika hep bir bencillik söz konusudur.Ve başta anlattığım gibi Amerika şu an DNA şifresini çözdü ve yıllardır üzerinde çalışıyor.En büyük planıda "süper insan" projesidir.Eğer Amerika bunu başarırsa dünya devletlerinin on askerine karşılık amerikanın bir askerine dek gelecek.tabii bu artık insanı çok korkutan bir karşı konulmaz güç olarak karşımıza çıkıyor.Eğer Amerika daha da ileri gidip çözdüğü DNA şifresi ile beyninin tamamını kullanbilen insan yaparsa işte artık bu "durdurulmaz güç" diye tanımlarsam pek haksız sayılmam.Çünkü o zaman insan bedeni diye bir şey ortada kalmayacak ve akıllara durgunluk veren bir şekilde bedeni olmayan sırf enerji bir insan olacaktır.Tabii bu konular genetik ve DNA'yı bilmeyenler için çok garip gelebilir ama bunlar gerçek.Bekleyim...Zamanın bize bunların yanıtı elbet verecek.

Kütle Çekiminin Kuantum Teorisine İlişkin Evren Modeli

20. yüzyılın başlangıcı, fizikte iki ayrı teoriye tanıklık etti. Bunlardan birincisi, "genel görelilik teorisi"; diğeri ise "kuantum (tanecik) teorisi" dir.

Genel görelilik, kütle çekim gücünü açıklayan klasik bir teoridir. Einstein'ın 1915 yılında ortaya attığı bu teoriye göre; uzay-zaman düz değil, eğridir. Bu eğriliğe/bükülmeye yol açan, uzay-zamanın içindeki kütle ve enerjidir. Gezegenler gibi nesneler, uzay-zaman içinde düz bir çizgide hareket etmeye çalışırlar. Fakat uzay-zaman düz değil de, eğri; bükülmüş olduğu için, yolları bükülmüş görünür. Örneğin dünya, düz bir çizgide hareket etmeye çalışmaktadır. Ancak, uzay-zamanda güneşin kütlesinin yarattığı eğrilik, dünyanın, güneşin çevresinde bir daire içerisinde hareket etmesine yol açar.1 Kısaca -bu teoriye göre- nesneleri birbirine doğru çeken olgu, kütle sebebiyle uzay-zamanın eğilmiş olmasıdır. Teorinin özgün halinde, uzay-zamanın sabit olduğu, büyüyüp küçülmediği ileri sürülmüşse de, sonraki bilimsel gözlemler, evrenin ve dolaysıyla uzay-zamanın genişlediğini ortaya koymuştur.

Kuantum teorisinin temel önermesi, "belirsizlik ilkesi"dir. Bu ilke, bir parçacığın konumu ve momenti gibi belirli nicelik çiftlerinin, aynı anda istenilen doğrulukta ölçülemeyeceğini belirtir.2 Bu teoriye göre ışık, (foton ismi verilen) parçacıklar halinde yayılır. Varlığı bilinen tüm güçler de paketler/parçacıklar şeklinde yayılıp taşınırlar.

Kuantum mekaniği, atomlar ya da moleküller gibi sonlu sayıda serbestlik derecesine sahip sistemlerde başarıyla uygulandı. Ancak, sonsuz derecede serbestlik derecesine sahip olan elektromanyetik alana uygulanmasında bazı zorluklar çıktı. Bu zorluklar, "renormalizasyon" denen yöntemle giderilmeye çalışılmıştır. Bu yöntem, bazı sonsuz niceliklerin, geride sonlu artıklar bırakacak şekilde çıkarılmasına ve böylece, deneysel olarak tespit edilen -giydirilmiş- parçacıkların, teoride öngörülen çıplak parçacıklar yerine hesaplamaya konu edilmesine dayanır.

Kütle çekiminin kuantum teorisini oluşturma çabaları ise sonuç vermedi. Çünkü, sonsuz sayıda sezilgen (kuvvetleri taşıyan, gerçek parçacıklar üzerindeki etkileri sezilebilen, ancak, gerçek parçacıklar gibi, varlıkları deneysel olarak tespit edilemeyen) parçacığın birbirini etkilediği kabul ediliyordu ve bu sonsuz sayıda sezilgen parçacığın etkilerinin birbirini götürmesi mümkün olmadığından, teori renormalize edilemiyordu. Gerçekten de, kütle çekim gücünü taşıdığı varsayılan, "graviton" denen sezilgen parçacıkların, birbirleri üzerinde de etkisi olduğu kabul edildiğinden, hesaplama yapılması mümkün değildi.

Kütle çekim gücü ile kuantum teorisini birleştirme çabaları halen devam etmektedir. Bu hususta en çok güvenilen teoriler, ayrıntısına girilmeksizin, sadece ismiyle belirtmek gerekirse; "sicim teorisi", "süper kütle çekim teorisi" ve bu iki teoriyi birleştiren, "süper sicim teorisi"dir.3 Bu doğrultudaki çalışmalar devam etmektedir. Burada, kütle çekimi ile tanecik kuramını birleştirme imkanı veren ve dört temel gücü (kütle çekimi, güçlü kuvvet, elektromanyetik kuvvet, zayıf kuvvet) birlikte açıklayabilen bir "evren modeli" ileri sürülecektir:

EVREN MODELİ

1. Evrendeki toplam pozitif enerji miktarı ile toplam negatif enerji miktarı birbirine eşittir. Negatif enerji miktarı, aynı zamanda kütleye eşittir; çünkü, kütle çekimi gücü, bizatihi negatif enerjiyi oluşturmaktadır. Madde enerjiye; enerji de maddeye dönüşebildiğinden, aynı zamanda, pozitif enerji, negatif enerjiye; negatif enerji de, pozitif enerjiye dönüşebilmektedir. Bu değişim/dönüşüm süreci aşağıda açıklanmıştır.

2. Pozitif enerji, birim zamanda/periyotta, uzay alanı yaratır. Bu alan, örümcek ağında olduğu gibi, dairesel bir başlangıçtan, dikey bileşenlerin uzay alanını; yatay/dairesel bileşenlerin de zaman alanını oluşturdukları, birbirinin içine geçmiş ilmikler biçiminde oluşur. Öyle ki, pozitif enerji miktarı büyük ise, dikey bileşen büyük olacak; pozitif enerji miktarı küçük ise dikey bileşen küçük olacaktır. Böylece, başlangıçta küçük bir daireden ibret olan uzay-zaman, pozitif enerjinin alan yaratması ile, örümcek ağı gibi, içten dışa doğru, yine dairesel olarak büyümeye başlayacaktır. Her birim zaman/periyotta, pozitif enerjinin miktarına göre, daha çok ya da daha az (frekansı büyük, dalga boyu küçük daha çok parçacık ya da frekansı küçük, dalga boyu büyük daha az) sayıda parçacık/foton, bu şekilde uzay-zamanı yaratır.

3. Negatif enerji/kütle çekimi gücü ise pozitif enerjinin yarattığı uzay-zaman alanını (öncelikle dikey olan uzay bileşenini) yok eder. Kütle çekimi gücü, gerçekte, doğrudan doğruya parçacıkların üzerine/kütlesine etkiyen bir güç değildir; uzay-zaman alanını yok ettiği için parçacıkları birbirine yaklaştıran bir güçtür.

4. Böylece, gerek pozitif enerji taşıyan; gerekse negatif enerji/kütle çekim gücü taşıyan sezilgen parçacıklar (foton, graviton ve hatta ileride açıklanacağı üzere gluon) birbirleriyle etkileşmezler; sadece uzay-zaman alanı ve gerçek parçacıklarla etkileşirler. Ancak bu etkileşim, uzay-zaman alanı yaratmak ya da yok etmek suretiyle, parçacıkları birbirinden uzaklaştırır veya yaklaştırır. Sezilgen parçacıkların gerçek parçacıklar üzerindeki etkisi, yukarıda açıklanan surette ve dolaylıdır.

5. Gerçek parçacıklar olan (şimdilik bilinen en küçük birimler olarak) kuvarklar (ve elektron gibi leptonları oluşturan fakat henüz varlığı saptanamamış -bu modelde ileri sürülen- daha küçük parçacıklar) birkaç tanesi bir uzay-zaman alanını/ilmiğini işgal edecek şekilde bir arada bulunurlar. Ancak bunlar birleşerek atom altı seviyeden daha büyük parçacıkları oluşturduklarında, her bir parçacık, bir uzay-zaman alanını; yukarıda açıklanan bir ilmiği işgal eder. Böyle olsa da, her bir ilmikte, birden fazla atom altı parçacığın birlikte yer alması kaçınılmazdır.

6. Yukarıda açıklandığı gibi kütle, negatif enerjinin başlıca kaynağıdır. Kütle büyüdükçe, nesnenin yayınladığı negatif enerji miktarı da büyür. Diğer yandan, pozitif enerji de, her gerçek parçacıkla; daha doğrusu onun işgal ettiği alanla sürekli etkileşim halindedir. Bir gerçek parçacığın işgal ettiği alana etkiyen pozitif enerji, bu alanda, gerçek parçacıkla da etkileşime girer: Gerçek parçacık, pozitif enerjinin bir miktarını soğurur geri kalanını yeniden yayınlar. Böylece, bir miktar pozitif enerji, kütleye; yani, negatif enerjiye dönüşmüş olur. Doğal olarak bu süreç, uzay-zaman alanı da yarattığından, gerçek parçacığın hareketinin hızlanması ile sonuçlanır.

7. İşte bir gerçek parçacığın, pozitif enerji taşıyan parçacık ile bu suretle etkileşmesi sırasında; kuvarklar (ve alt leptonlar) bir yandan pozitif enerjiyi soğurup, diğer yandan kalanını yeniden yayınlarken ve bu arada bir uzay-zaman alanını terk edip, (bitişik) diğer uzay-zaman alanına giderken, yayınladıkları pozitif enerji parçacığının yarattığı uzay-zaman alanı sebebiyle, birbirlerinden uzaklaşma eğilimine girerler. Ancak, gerçek parçacıklar aynı zamanda (durgun halde dahi) kütleli olduğundan, sürekli olarak negatif enerji taşıyan parçacıkları da yayınlamaktadır. Bu negatif enerji parçacıkları da, uzay-zaman alanını yok etmektedir. Öyle ki, negatif enerji taşıyan parçacıklar, öncelikle, parçacığın kendi pozitif enerji alışverişi sonucunda yayınladığı, pozitif enerji taşıyan parçacığın yarattığı uzay-zaman alanını yok eder. Dolayısıyla, gerçek parçacığın yayınladığı negatif enerji parçacığı, öncelikle, parçacıkları birbirinden ayırma eğiliminde olan, kendi yarattığı uzay-zaman alanını yok ederken enerji kaybeder. En büyük negatif enerji kaybı, işte bu sırada gerçekleşir. Çünkü negatif enerji parçacığı, onu da yayınlayan gerçek parçacığın diğer yayını olan pozitif enerji parçacığının ürünü ile savaşmaktadır. İşte atom altı parçacıkların yayınladıkları negatif enerji taşıyan bu parçacıkların, yine aynı gerçek parçacıkların yarattığı pozitif enerji parçacıklarının oluşturduğu alanları yok etmeden önceki haline; yani en güçlü haline "güçlü kuvvet" denir. Açıklamadan anlaşılacağı üzere, güçlü kuvvet, kütle çekim gücünün enerji yitirmeden önceki, en güçlü durumudur; bir negatif enerji biçimidir ve fonksiyonu, uzay-zaman alanını yok etmektir.

8. Parçacığın kendi yayınladığı fotonun oluşturduğu uzay-zaman alanını yok ederek enerjisinin büyük bölümünü yitiren negatif enerji taşıyan parçacık, daha uzaktaki diğer uzay-zaman alanlarını da yok ederek yoluna devam eder. Ancak her bir aşamada, enerjisi biraz daha azalır ve sonuçta tükenir. İşte bu nedenle, kütle çekimi gücü, uzaklıkla ters orantılıdır. Kısaca, güçlü kuvvet ve kütle çekim gücü; aynı nitelikteki enerjinin (negatif enerjinin) farklı şiddetteki görüntüleridir. Güçlü kuvvet, parçacığın kendi pozitif enerjisinin yarattığı uzay-zaman alanını; yani atom altı parçacıkların/kuvarkların arasına girerek, onları farklı uzay-zaman alanlarına yerleştirme eğiliminde olan alanı yok ederken, çok büyük ölçüde enerji kaybettiği için, uzay-zaman alanındaki ilmiğin dışına çıktığında, görünümünü ve şiddetini değiştirerek, kütle çekim gücüne dönüşür. Kısaca, güçlü kuvvet, aynı uzay-zaman ilmiğinin içinde mücadele eden çok daha şiddetli bir negatif enerji biçimidir. Kütle çekimi ise, negatif enerjinin, atom altı parçacıkların işgal ettiği uzay-zaman ilmiğinin dışına, şiddetini kaybetmiş olarak çıktıktan sonraki biçimidir.

9. Güçlü kuvvet bir negatif enerji biçimi olduğundan ve negatif enerji de, uzay-zaman alanlarını yok ettiğinden, keza, aynı uzay-zaman ilmiği içinde yer alan atom altı parçacıkların yayınladıkları negatif enerji parçacıkları, gerçek parçacığın işgal ettiği alanı yok edemeyeceklerinden, güçlü kuvvet, yeni bir alan oluşturma girişimi gerçekleşmedikçe, bir ilmiğin içinde etkisini göstermez. Çünkü, o ilmiğin içinde yayınlanmıştır ve parçacıkların bulunduğu ilmiğin yok edilmesi mümkün değildir. Ne zaman ki, parçacıkların yayınladığı pozitif enerji parçacığı, onların arasında yeni bir alan oluşturmaya kalkışır; güçlü kuvvet, işte bu yeni oluşacak alanı yok eder. Atom çekirdeği içinde güçlü kuvvetin, kuvarklar birbirine yakınken etkili olmaması; ancak, kuvarklar ayrılmaya çalışıldıkça, çok büyük bir şiddetle buna engel teşkil etmesine "asimptotik özgürlük" denir. Asimptotik özgürlüğün sebebi, işte yukarıda açıklanan olgudur. Kuvarklar birbirine yakınken etki hissedilmez; fakat uzaklaştırmaya kalkışıldığında, çok güçlü bir kuvvet buna karşı koyar.

10. Bu açıklamalar ışığında, evrensel gelişim süreci şu şekilde gerçekleşir: Kütle miktarının daha fazla olduğu (pozitif enerjinin maddeye/kütleye dönüştüğü) aşamada, negatif enerji miktarı, pozitif enerji miktarının üzerine çıkar. Böylece, yaratılan uzay-zaman alanından daha fazlası yok edilmeye başlar. Bu gelişmenin sonucu, uzay-zamanın büzülmesi ve parçacıkların birbirine yaklaşmaya başlamasıdır. Yeterince küçülme meydana geldiğinde, parçacıklar ve karşı parçacıklar birbirine çarpmaya başlar. Karşı parçacık, kütlesi parçacıkla eşit olan; ancak, "elektrik yükü", "spin" gibi kuantum özellikleri parçacığın tam tersi olan parçacıklara denir. İşte bu özellikten dolayı, bir parçacık, karşı parçacığıyla; madde, karşı madde ile çarpıştığında, her ikisi de yok olur ve kütleleri pozitif enerjiye dönüşür.

11. İşte bu sürecin sonucu, kütlenin (ve dolayısıyla, negatif enerji miktarının) azalması; buna karşılık, pozitif enerji miktarının artmasıdır. Bu aşamada, hızla yeni uzay-zaman alanı yaratılır ve kalan parçacıklar birbirinden hızla uzaklaşmaya başlar. Bu aşamada evren hızla genişler. Ancak bir yandan uzay-zaman alanı yaratarak oluşan enerji kaybı; diğer yandan, pozitif enerjinin, çarptığı parçacıklar tarafından kısmen soğurulmak suretiyle maddeye/kütleye dönüşmesi, bir süre sonra, kütlenin/negatif enerjinin miktarını, pozitif enerjinin üzerine çıkarır ve genişleme süreci, yeni bir büzüşme sürecine dönüşür. Bu süreçler, milyarlarca yıllıktır.

12. Maddeyi pozitif enerjiye dönüştüren sebeplerden birisi, madde, karşı-madde çarpışmasıdır. Diğeri ise zayıf kuvvettir. Zayıf kuvvet de pozitif enerji (nükleer enerji) oluşturan; böylece uzay-zaman alanı yaratan güçlerden birisidir.

13. Uzay-zaman, yukarıda açıklandığı gibi, (örümcek ağına benzer) dairesel şekilde genişlerken, gerçek parçacıkların bulunduğun alanların yakınlarında, negatif enerji bu alanları yok etmeye başladığı için şekil bozulur. Parçacıklar bir araya gelip kütle büyüdükçe, burada yok olan alan (ilmiğin çözülmesi) artar ve uzay-zaman bükülmeye başlar. Öyle ki, çok büyük kütlenin işgal ettiği bölgelerde, uzay-zaman ilmiğinin çözülmesi ile diğer yerlerde yeni alan oluşması süreci birlikte devam ettiğinden, uzay-zaman, kütleli alanlarda (maddenin beşinci boyutu olan ve gerçek zamana dik bileşen; sanal zaman alanına doğru) bükülmeye başlar. Çünkü, dairesel büyüme, diğer alanlarda devam ederken, kütleli alanlarda durmuş ya da çok azalmıştır. Diğer alanlardaki dairesel büyümenin devam edebilmesi için, uzay-zamanın bükülmesi zorunludur. Zamanla kütlenin artması ile bükülme de devam eder ve nihayet, dairesel olarak genişleyen uzay-zaman, bükülmenin de sonucunda, bir küre oluşturacak şekilde kendi üzerine kapanır.4 İşte bundan sonra, negatif enerji miktarı pozitif enerji miktarını aşsa ve dolaysıyla, ilmiğin zaman bileşeni de sökülmeye başlasa dahi, bu sadece, kendi üzerine kapanma suretiyle oluşan kürenin küçülmesine yol açar. Bundan sonra küre şeklini almış olan uzay-zaman büyüyecek ya da küçülecektir. Ancak süreç hiçbir zaman sona ermeyecektir. Kısaca, uzay-zaman sonlu ama sınırsızdır.

14. Bu modele göre, kütle çekimin, tanecik seviyesinde hesaplanması ve hatta, teorinin renormalize edilmesi de mümkündür. Çünkü, kütle çekim gücünü taşıyan -sezilgen- parçacıklarla pozitif enerjiyi taşıyan sezilgen parçacıkların birbirleriyle etkileşmedikleri kabul edilmektedir. Yukarıda açıklandığı gibi, bu parçacıklar, sadece uzay-zaman alanları ile etkileştiklerinden (alan yaratıp/yok ettiklerinden), hesaplama sonsuz ve anlamsız çıkmayacaktır.

15. Zamanın herkes için değişken olması, yaratılan uzay-zaman alanının uzay bileşeninin büyüklüğü ile ilgilidir. Pozitif enerji fazla ise, uzay bileşeni büyük olacaktır. Bu durumda, aynı periyotta yaratılan daha küçük alana göre, büyük alanda gerçekleşen değişme daha büyük olacağından, aynı birim zamanda/periyotta, yüksek enerjili maddeler için daha çok mesafe kat edilecektir. Bu da yüksek hızlı nesneler içinde, zamanın daha yavaş geçtiği şeklinde bir algılamaya yol açar. Bu nedenle herkesin birim zamanı kendi hızına gör değişik olmak zorundadır. Zaman mutlak değildir; ölçülen alandaki pozitif enerji miktarına (yaratılan uzay alanına) göre değişir; görelidir. Örneğin, genişleme sürecinin başlangıcında, bir saniyede dahi, çok büyük miktarda pozitif enerji açığa çıkmış ve çok miktarda uzay-zaman alanı yaratılmış olduğundan, o uzay-zamanda yaşanan bir saniye, şimdi şu anda her birimizin yaşadığı bir saniyeden çok daha farklı (uzun) algılanmaktadır.

16. Fermiyonların (1/2 spinli gerçek parçacıkların), aynı anda, aynı yerde bulunmaları mümkün değildir. Buna, "Pauli Dışarlama İlkesi" denir. İki elimizi birbirine yaklaştırdığımızda, bir elimizin diğerinin içinden geçememesinin sebebi bu ilkedir. "Dışarlama ilkesi", kuvark üstü parçacıkların en çok bir uzay-zaman ilmiğini işgal edebilmelerinden kaynaklanır. Kuvark üstü birden çok parçacığın, aynı anda bir tek uzay-zaman ilmiğinde yer alması mümkün değildir. Oysa, sezilgen parçacıklar için böyle bir sınırlandırma söz konusu değildir. Kısaca önerilen model, dışarlama ilkesini de açıklamaktadır.

17. Elektromanyetik güç ise alanları -doğrudan- etkilemez; elektrik yükü üzerine evrensel olarak etkiyerek, uzay-zaman alanları üzerinde gerçek parçacıkların hareket etmesini sağlar. Bu güç, gerçek parçacıkların hareket etmesine, dolayısıyla, pozitif enerjiye yol açtığı oranda, uzay-zaman alanının yaratılmasını (dolayısıyla) etkiler. Nitekim, elektromanyetik güç ile zayıf kuvveti birleştiren ve renormalize edilebilen bir teori gerçekleştirilmiştir.

18. Kısaca, ileri sürülen evren modelinde, miktarı sabit ve eşit olan pozitif enerji ve negatif enerji, birbirine dönüşebilmektedir. Bu dönüşümün yönüne göre, evren büzülmekte ya da genişlemektedir. Evrene etki eden güçler, işte bu dönüşümü sağlayan araçlardır. Pozitif enerji, uzay zaman alanı yaratarak evreni genişletir. Bunu sağlayan güç, zayıf kuvvet ve kısmen elektromanyetik kuvvettir. Negatif enerji ise uzay-zaman alanını yok ederek, evrenin büzülmesine yol açar. Bunu sağlayan güçler ise kütle çekimi ve güçlü kuvvettir. Pozitif ve negatif enerjiyi taşıyan sezilgen parçacıklar, birbirleri ile değil; uzay-zaman alanı ile etkileşim halindedirler. Bu nedenle, diğer üç gücün yanında, kütle çekiminin kuantum teorisini oluşturmak, teoriyi renormalize etmek ve hesaplama yapmak mümkündür.
M. İhsan DARENDE

1 Stephen Hawking, Kara Delikler ve Bebek Evrenler (Nezihe Bahar çevirisi), Sayfa: 77
2 Gerard't Hooft, Maddenin Son Yapı Taşları, (Mehmet-Nazife Ö. Koca çevirisi), Sayfa: 18
3 Gerard't Hooft, Maddenin Son Yapı Taşları, (Mehmet-Nazife Ö. Koca çevirisi), Sayfa: 297
4 Stephen W. Hawking, Zamanın Kısa Tarihi, Büyük Patlamadan Kara Deliklere (S.Say-M.Urul çevirisi) Sayfa:
150

EVRİM YALANINI DİNE DAYANDIRMAK İSTEYENLER

Bazı arkadaşlar modern bilimin bile yalanladığı fikirlerini İslam gibi bir dine dayandırmak cehaletinde bulunuyorlar.Üstelik te hem bu dinin prensiplerine inanmıyorlar, hem de bu din üzerinde yıllarca ve yıllarca ilim yapan insanların tefsirlerini, açıklamalarını görmezden geliyorlar….Ne büyük bir cehalet ve yanılsama…İşlerine geldiğinde inanmazlar, işlerine geldiğinde kur’anı örnek gösterirler.Bu iddialara cevap vermek bile yersiz aslında, ama yazmak zorunda kaldım yine…
Sözüme şu ayetlerle başlamak istiyorum....

Onlardan öyleleri vardır ki, dillerini kitaba doğru eğip bükerler, siz onu (bu okur göründüklerini) kitaptan sanasınız diye. Oysa o kitaptan değildir. "Bu Allah katındandır" derler. Oysa o, Allah katından değildir. Kendileri de bildikleri halde Allah'a karşı (böyle) yalan söylerler. (Al-i İmran Suresi, 78)

Ayette açıkça gördüğümüz gibi ayetleri farklı yorumlamak, aslından saptırmak Allaha karşı yalan söylemek anlamına gelmektedir.Ve Allah bazı insanların kendi kitaplarını çarpıtacağını bir takım yanlış düşüncelerinin kaynağını Kur’an da arayacaklarını biliyordu.Müslümanlar olarak hepimiz bilmekteyiz ki İnsanın ilk atası Hz. Ademdir.Eğer gerçekten Hz.Ademden önce yarı maymun, yarı insan canlılar yaşamış olsaydı Allah Kur’an-ı Kerimde bunu bize açık bir şekilde bildirirdi.Kur’anın apaçık olması ve kolay anlaşılır olması evrimsel yaratılış iddialarının gerçek olmadığını bize göstermektedir.
"Size ne oluyor ki, Allah'tan bir vakarı ummuyorsunuz? Oysa O, sizi gerçekten tavır tavır yaratmıştır." (Nuh Suresi, 13-14)
Etvar kelimesi tavır, halet, durum anlamına gelen Tavru kelimesinin çoğuludur.Haller durumlar anlamındadır.Ve Kur’anın çeşitli ayetlerinde geçmektedir.Yani, insanın ana rahmine girmeden önce ve girdikten sonraki durumları…
Evrimcilerin savunduğu ayetlerden biri..
Şüphesiz Biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu deniyoruz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık. (İnsan Suresi, 2)
Evrimsel yaratılışı savunanlar arkadaşlar birçok ayette geçen "insanın sudan yaratıldığı" şeklindeki ifadeleri de kendi iddialarına bir delil olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Sudan hareketle bütün canlıların oluştuğunu iddia etmektedirler. Oysa damla-nutfe nin karşılığı meni dir.Allah insanı meniden bir parça olarak yarattığını açıkça belirtmiştir.
Ey insanlar, eğer dirilişten yana bir kuşku içindeyseniz, gerçek şu ki, biz sizi topraktan yarattık, sonra bir damla sudan, sonra bir alak'tan (embriyo), sonra yaratılış biçimi belli belirsiz bir çiğnem et parçasından; size (kudretimizi) açıkca göstermek için. Dilediğimizi, adı konulmuş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz. Sonra sizi bebek olarak çıkarıyoruz, sonra da erginlik çağına erişmeniz için (sizi büyütüyoruz). Sizden kiminizin hayatına son verilmekte, kiminiz de, bildikten sonra hiçbir şey bilmeme durumuna gelmesi için ömrün en aşağı ucuna (yaşlılığa) geri çevrilmektedir. Yeryüzünü kupkuru ölü gibi görürsün, fakat biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabarır ve her güzel çiftten (ürünler) bitirir. (Hac Suresi, 5)
Ayette bir insanın yaratılış aşamaları tarif edilmektedir. Birinci aşama olan toprak, insandaki temel mineralleri ve elementleri içeren hammaddedir. İkinci aşama ise bu elementlerin, anne karnındaki yumurtayı döllemek için gerekli yapıya ve genetik bilgiye sahip olan spermleri içeren ve Kuran'da karmaşık bir su tabiriyle (kadın ve erkek) tarif edilen menide biraraya gelmesidir. Kısacası insanın temel hammaddesi topraktır. Toprağın özü, bir damla menide o insanı meydana getirecek bir şekilde toplanmıştır. Ayette bu "su" aşamasının hemen ardından insanın ana karnındaki gelişim aşamaları belirtilmiştir. Oysa evrim teorisi, canlılığın sözde suda başlamasından insanın ortaya çıkması arasında milyonlarca farazi aşama (ilk hücre, tek hücreliler, çok hücreliler, omurgasızlar, omurgalılar, sürüngenler, memeliler, primatlar vs. ve bunların sayısız ara aşamaları gibi) olduğunu var sayar. Ayetteki sıralamada ise hiçbir şekilde böyle bir mantık ve tarif olmadığı çok açıktır. İnsanın bir damla su halinden sonra alak haline geldiği bildirilmektedir.
O inkâr edenler görmüyorlar mı ki, (başlangıçta) göklerle yer, birbiriyle bitişik iken, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı? (Enbiya Suresi, 30)
Yukarıdaki ayet ayrıca big bang teorisini doğrulamakta ve bir zamanlar yerlerle göğün bitişik olduğunu apaçık söylemektedir.
İnsan bir baksın, hangi şeyden yaratıldı? Dökülüp atılan bir sudan yaratıldı. (Hulika min main dafikın) (Bu su,) Bel kemiği ile kaburgalar arasında (ki organlar)dan çıkar. (Tarık Suresi, 5-7)
Bazı evrimci arkadaşlar insanın sudan yaratılmasının evrimi desteklediğini öngörüyorlar.Oysa bu kadar yanlış bir yorum daha olamaz! Allah burada insanların ve diğer canlıların temel malzemesinin su olduğunu belirtmektedir.Modern bilim de kabul etmiştir ki insan vücudunun yüzde yetmişi sudur.
Bu ve buna benzer Kur’an da örnekler çoktur.Hepsini verirsem yine buraya sığmaz…Yine aynı şeyler;her şeyi ben bilirim tavırları ve benim dediğim doğrudur, siz bir şey bilmezsiniz tavırları….
Yaw sizin söylediğiniz çıkarsamalara kargalar bile güler, yazıktır, yapmayın böyle.Yalan yanlış temelsiz iddialarınızı Kur an gibi yüce bir kitaba dayandırmayın.Daha islamın İ sinden bile anlamıyorsunuz ve yaşadığınız memleketteki insanların inançlarına saygı göstermeme gefletinde bulunuyorsunuz…Bırakın şoven ağzıyla konuşmayı.Bahsettiğiniz ayetlerle alakalı olarak yüzlerce tefsir var bir siz mi doğruyu biliyorsunuz yani?Arapça bir fiilin çekimini bile bilmeyen sizler kuran hakkında yorum yapıyorsunuz. Güldürmeyin kendizi insanlara, bir insan bu kadar cahil ve doğru yoldan çıkmış olamaz…Atalarınız islamiyet için kıtaları fethetmişler, islamiyet için ölmüşler.Sergilediğiniz bu tavırlar her şeyden önce onlara ihanettir.

Sen Neymişsin be Baş örtüsü!

Sen neymişsin başörtüsü!

Başörtüsü ile ilgili yasakçı tavır, Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin tarafından bir kere daha tekrarlandı. Üstelik bu defa, "Anayasa değiştirilse dahi bu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne aykırı olur" denilerek, başörtüsü yasağı nerede ise evrensel bir kural halinde sunulmuş oldu.

İsterseniz önce Başkan Mustafa Bumin'in, Anayasa Mahkemesi'nin kuruluş yıldönümünde söylediği gerçekten şaşırtıcı değerlendirmeleri toplu olarak görelim:

"Yargının değerlendirmesine göre, dinsel nedenlerle türbanla boyun ve saçların örtülmesine resmi daire ve üniversitelerde serbestlik tanınması, bir tür yönlendirme ve bir anlamda zorlama olup; kişileri şu ya da bu biçimde giyindirip başlarını örtmeye zorlamak, dinsel inanç ve görüşler nedeniyle gençler arasında çatışmalara neden olacak ortamın yaratılmasını sağlayacak, hatta aynı dinden olanlar arasında bile ayrılıklar yaratacağından, bu davranış biçimi laiklik ilkesine aykırı düşecektir."

"Anayasa'daki laik düzenlemeler kaldığı sürece, türbanlı kızların yükseköğretim kurumlarına öğrenci sıfatıyla, öğrenimlerinden sonra da resmi dairelere kamu görevlisi olarak girmelerini sağlayacak tüm yasal düzenlemeler Anayasa'ya aykırı olacaktır. Hatta bu konuda Anayasa'ya kural konulsa bile bu kez, Anayasa'nın bu yeni kuralı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne uygun düşmeyecektir."

Evet, Başkan böyle söylüyor.

Çok ilginç!

Başörtüsünün, böylesine cihan çapında bir yasağın konusu haline gelmesi çok ilginç. Başlıbaşına bu bile, başörtüsünü dünyanın en önemli özgürlük meselesi olarak algılamaya yeterli duruma getiriyor.

Bir de gerekçelere bakın:

-Başörtüsüne üniversite ve resmi dairelerde serbestlik tanınması bir tür yönlendirme ve zorlama olur.

-Kişileri şu veya bu biçimde giyindirip başlarını örtmeye zorlamak...

-Dinsel inanç ve görüşler nedeniyle gençler arasında çatışmalara neden olacak ortam yaratılacak...

-Aynı dinden olanlar arasında bile ayrılıklar meydana getirecek....

Yasakla ortaya tersinden bir ayrımcılık çıkarıyor, tersinden bir baskı oluşturuyor, tersinden bir "aynı dinden insanlar arasında ayrılığa sebep oluyorsunuz" diyemiyorsunuz.

"Kişileri şu veya bu biçimde giyindirip açılmaya zorluyorsunuz..." diyemiyorsunuz....

Baş örtmemenin ya da şu veya bu şekilde giyinmenin "çağdaş" olduğunun gerekçesinin ne olduğunu soramıyorsunuz.

"Hangi kitaba, hangi kutsal buyruğa dayanıyor, başörtüsüz bir giyinme türü?" sorusunu soramıyorsunuz.

Evet, yargı kararı var.

Yani yargıçların yorumları...

İçerideki yargıçların, dışarıdaki yargıçların...

"Bunlar sadece yeryüzü yargıçlarının ilahi kudretin hükmünden daha belirleyici olduğu kanaatine dayanıyor, bunu mu anlatmak istiyorsunuz?" diyemiyorsunuz...

Başörtüsü yasak, başörtüsüz giysi serbest...

Tanrı'nın hükmü yasak, insanların hükmü geçerli!!!

Dünya bu!

Üniversitelerde, başörtülü öğrencilerin en kalabalık olduğu zamanlarda oranları yüzde 2-3 arasında olmuş...

Gerekçe ise, "serbest bırakılırsa ötekilere baskı ve yönlendirme olur" şeklinde... Yani bir öğrenci 97 öğrenciye baskı yapar, onu kendisi gibi giyinmeye zorlar!!!

Müthiş gerekçe! Yasak işte böyle sürüyor...

"Aynı dinden olanlar arasında bile ayrımcılık olur!"

Sevgili yargıçlarımız, içeridekiler ve dışaridakiler, aynı dinden olanlar arasında başörtüsüzleri tercih ediyor, başörtülüleri dışlıyorlar!

Bunun adı laiklik uygulaması...

Başörtülülerle başörtüsüzler arasında bugüne kadar hiçbir çatışma çıkmadı. Ama gerekçe "çatışma çıkar" öngörüsüne dayanıyor... çıkmayan çatışmayı zihinlerimizde çıkarıyor ve yasağı üretiyoruz... demek, böylesine bir hukuk mantığı bizim laiklik yorumumuzda bulunur ancak...

Laikliği kutsal üstü kutsal haline getirdik...

Ve onu, yargıçlarımızın yorumlarıyla müthiş bir yoruma kavuşturduk...

Toplumu cendereye soktuk... Kız çocuklarımızla birlikte kendi elimizi kolumuzu da bağladık. Zihinlerimizi bağladık.

Çık çıkabilirsen...

Avrupa'yı bile bağladık... Onların "İslam alerjisi"ne denk düştü bizim kutsal üstü kutsallarımız! Bizim gibisi bulunmaz dünyada!

Sayın Başkan, diyor ki, "Anayasa'yı bile değiştirseniz olmaz!" Beynimizin içini okudu... "Aklınızdan Anayasa'yı değiştirmek geçiyorsa, çıkarın aklınızdan" demeye getiriyor...

Yani ne demek bu?

-Artık başka şeyleri değiştirmeyi kafanıza koyun, demek mi?

Acaba neyi değiştirmeliyiz?

Bu memleketin insanı bir kudrete inanıyor ki, o her şeyi değiştirmeye muktedirdir...

Bence, her bir nefeslerini Allah'ın var ettiği insanlar, Allah'ın koyduğu kuralları hayat dışına iterken bir kere daha düşünmeli!

Ahmet Taşgetiren (gaz.yazar)