Aralık 07, 2005

DIŞARIDAKİ DÜNYA ASLINDA İÇİMİZDEKİ DÜNYA DEĞİL Mİ?

Aşağıda okuyacaklarınızı Matrix filminden yaklaşık on beş sene önce yazmıştım. Eğer filmi izlediyseniz umarım ne demek istediğimi daha kolay anlayacaksınız.

“Bir cisme baktığımızda cisimden saniyede 10 trilyon ışık parçacığı (Foton) gözümüze ulaşır.
Işık önce göz merceğinden, daha sonra gözün içini dolduran saydam pelteden (corpus vitreum = camsı cisim) geçerek ağ tabaka (retina) üzerine düşer. Burada 100 milyon çubuk ve koni biçimi sinir hücresi, ışığa maruz kalır. Yansıyan ışığın yolu üzerinde olan retina hücreleri daha çok gölgelere karşılık olan retina hücreleri daha az ışık alır. Işık yokken her retinen molekülü protein molekülünden bir yastık (opsin) üzerinde uyur. Işık parçacıkları çarpar çarpmaz, saniyede 30.000 trilyon retinen molekülü protein'ninden ayrılır, burulma halini bırakarak düzleşir.
Sinir hücreleri (nöronlar), retinen moleküllerinin dansından etkilenir, önce gözdeki ve sonra beyindeki nöronlar harekete geçer. Nöron yüzeyi birden biçim değiştirir, bunun sonucu hücrelerarası sıvıdan nörona sodyum iyonlarının girişi birden durur. Sodyum iyonları pozitif yüklüdür. Pozitif elektrik yüklerinin hücreye akışının durması hücreyi sarsar, hücrede bir elektrik potansiyeli doğar (Aksiyon akımı). Bu elektrik akımı nöron'un uzantısı akson içinde 5-6 mm. kadar gittikten sonra durur, çünkü 1. nöron bitmiş 2. nöron başlamıştır.
Saniyenin birkaç milyeminde, elektrik, görme sinirine (optik nerv) ulaşır. Optik sinir retinadaki ganglion hücrelerinin akson denen uzantılarından oluşur. Görme uyarıları arka beyin kabuğundaki primer görme alanına ulaşır. Bu merkez 2,5 mm. kalınlıkta ve birkaç cm2 büyüklükdedir. 6 tabaka halinde 100 milyon nöron içerir. Uyan önce 4. tabakaya gelir, burada analiz edildikten sonra diğer tabakalara dağılır. Bu merkezde her nöron 1000 kadar nörondan uyarı alır ve 1000 kadar nörona uyarı gönderir. Beynin bu merkezi tam bir kompüter gibi çalışarak elektrik enerjisi şeklinde gelen görme uyarılarını görme olayına çevirir, yani cisim hem görülür, hem de tanınır. Cismin tanınmasını, beynin hafızasında depolanmış eski bilgilerle bu yeni imajı karşılaştırarak gerçekleştirir.” (Bilim ve Teknik, sayı: 215, s. 36)
YENİ BİR BOYUT
Modern fizik alışılagelen madde kavramını yıkmış, maddeyi bir olaylar bütünü haline getirerek yeni bir boyut kazandırmıştır.
Evren ve Einstein kitabının yazan Lincoln Barnett şöyle diyor: “Anlaşılması güç felsefe sorunlarının çağdaş bilimle çok yakın ilgisi vardır. Filozoflar tüm nesnel gerçekleri algıların bir GÖLGE DÜNYASI haline getirirken bilim adamları insan duyularının sınırlarını korku ve endişe ile sezdiler. “
İlk bakışta karışık gibi gelen bu açıklama aslında, içinde varolduğumuz; kopamayacağımız ve asla reddedemeyeceğimiz bir gerçeğin özetinden başka bir şey değildir.
Maddi gerçekliğin yapısı hakkında o kadar şartlanmışız ki, acaba hakikaten madde bizim gördüğümüz, düşündüğümüz anlamda bağımsız bir varlık mıdır, yoksa bir gölge varlık mıdır, hiç düşünmemişizdir.

Sizinle diğer nesneler, yada şu anda okuduğunuz bu sayfa ile aranızdaki mesafe, beyninizde meydana gelen bir boşluk (mekân) hissinin idrâkinden başka bir şey değildir. Şartlanmalar bize yanan ampulün, yada parlayan güneşin uzakta olduğu hissini verir. Fakat gerçekte ampul, güneş ve onların yaydığı ışık, beynimizin içinde oluşan bir görüntüden ibarettir.

Gözünüzden beyninize giden siniri kesersek dünyanız kararır. Yani mekân görüntüsünü kaybedersiniz. Kestiğimiz sinirin ucuna biz dışarıdan müdahalede bulunsak ve ışığın elektrik sinyaline çevrilmiş mesajını (ki gözün daima yaptığı iştir) biz yapay olarak meydana getirip beyninize iletsek, dünyanız yine aydınlanır. Daha başka bir deyişle, dışınızdaki mekân zifiri karanlık olsa bile beyninizin daha doğrusu idrâkinizin, adeta elektrik verilen bir ampul gibi aydınlandığı izlenimini elde edersiniz.
İdrâkin aydınlanması gerçeğinde bizi yanıltan nokta şudur: Diyelim ki güneşe bakıyorsunuz. İdrâkimiz güneşe ait ışığın ve sıcaklığın aslı ile mi muhatap olmaktadır? Ne ilginçtir ki, güneşin ışığını ve sıcaklığını hissettiğimiz anda bile kafamızın ve beynimizin içi kapkaranlıktır ve ısısı hiç değişmez. Anlaşılıyor ki görme ve diğer algı merkezlerindeki bilgileri değerlendiren idrâkimiz, ışığın ve sıcaklığın bizim dışımızdaki "aslı" ile değil beynimizdeki kopyaları ile karşı karşıya kalmaktadır. İşte biz bu kopyaları, dışımızdaki gerçek ışık, ısı, renk, tat ... vb. sanır ve yanılırız. Bütün bu bilimsel gerçekler bizi dışımızdaki ışık ile beynimizdeki ışığın (daha doğrusu ışık hissinin) birbirinden farklı olduğu sonucuna götürmektedir. Eğer biz ışığın, sıcaklığın vb. aslı ile hiçbir zaman muhatap olamıyorsak, aynı şekilde ışığın, ısının, basıncın... vb. bize tanıttığı "madde" kavramının aslıyla da hiçbir zaman karşı karşıya kalmadığımız anlaşılır. Olay tümüyle beynimizde meydana gelmektedir cisim dediğimiz şeylerin yalnızca beynimizdeki hisleri ile muhatap olduğumuz bir gerçektir.
Açıklamalardan anlaşıldığı gibi, ışık beynimizde idrâk edilmektedir. Halbuki beynimizin içi kapkaranlıktır. Ama biz, karanlık bir beyinde, aydınlık bir dünya seyrederiz. Çelişkiliymiş gibi görünen bu durum, içinde bulunduğumuz büyük bir gerçeği ifade eder.
Gerçekte bizim farkına vardığımız; ışığın, ve ona bağlı olarak güneşin beynimizdeki gölge varlığıdır. Işık, beynimize" ışık dalgaları" şeklinde değil, göz ve optik sinirler yolu ile "nitelik değiştirerek" elektrik impulsları şeklinde ulaşır. Yani ışığı görüyorum derken, idrâkimiz gerçekte elektrik uyarılarını seyretmektedir. Aynı şeyi ses ve dokunma duyusu için de söyleyebiliriz.

“... kafanızı taştan bir duvara çarptığınız zaman bile aslında duvara dokunmazsınız. Siz, bir şeye dokunduğunuzu sandığınız zaman, bedeninizin çarptığını sandığınız bölümünü meydana getiren elektron ve protonları, dokunduğunu sandığınız cismin bazı elektron ve protonları tarafından çekilir yada itilir, ama fiili bir temas yoktur. Başka elektron ve protonlara yaklaşmaktan dolayı kendinizdeki elektron ve protonlar rahatsız olur. Ve bu rahatsızlığı sinirler yolu ile beyne iletirler; beyinde meydana gelen etki, dokunma duyumuz için gerekli olan etkidir...” (Bertrand Russell, Aylâklığa Övgü, Say Yay. II. Baskı, s. 197 -198)

Bu durumda ışığın ve dokunma duyumuzun bize tanıttığı madde kavramının beynimizdeki kopyalar (elektriksel uyanlar) bütünü olduğu anlaşılmaktadır. Asıl ilginç olan idrâkimiz, (yani biz) hayatımız boyunca beyindeki bu kopyaları değerlendirip durmaktadır. İşte biz beynimizde meydana gelen bu kopyaları "maddenin dışımızdaki aslı" diyerek yanılmaktayız. Acaba maddenin dışımızda bizden bağımsız olarak varolan aslına ulaşabilir miyiz? Materyalistler bunun deneyle mümkün olabileceğini iddia edebilirler. Oysa ki elimize aldığımız bütün deney aygıtları, vücudumuz, beynimiz de dahil olmak üzere idrâkimizdedir. Böylece tüm deney programı hâyâli bir nitelik kazanmış olur. Açıklamalardaki şu nokta yanlış anlaşılmamalıdır. Dışımızdaki dünyayı zihnimiz meydana getirmiyor, sadece tüm olay ve nesneler zihnimizde (idrâkte) ortaya çıkmaktadır. Fakat biz zihnimizdeki bu dünyayı dışımızda var olan gerçek dünya zannederek yanılırız.
Meselâ bir odada bulunduğunuzu düşünün. Muhatap olduğunuz oda acaba nerededir?

a) Siz odanın içindesiniz.
b) Oda sizin içinizdedir.

İdrâkinizde iki ayrı görüntü meydana gelemeyeceğine göre,bunlardan sadece biri doğrudur. Diğeri ise, şartlanmalar neticesi, ilkine bağlı olarak ileri sürülen sadece biri iddiadır ki, dogmatik bir kabulün sonucudur. Eğer odanın içinde bulunduğunuzu söylüyorsanız, başka bir deyişle, idrâkinizin sizin dışınızdaki oda ile muhatap olduğunu zannediyorsanız, bu durumda beynimizdeki görme merkezinin (odaya ait verilerin bulunduğu) ne işe yaradığı sorulabilir. İdrakimiz, ya beynimizdeki odayı, yada dışımızdaki odayı (odanın aslını) seyretmektedir. Çünkü biz sadece bir tek oda ile muhatap oluruz. Sonuç olarak biyolojistler, fizyonomistler idrâk ettiğimiz görüntünün beynimizde olduğunu tartışılmayacak bir biçimde ortaya koymuşlardır. Anlaşılıyor ki (b) şıkkındaki ‘odanın içimizde olduğu’ ifadesi bilimsel bir gerçek, bizim ‘odanın içinde bulunduğumuz’ ifadesi ise ona bağlı olarak ileri sürdüğümüz bir varsayımdır. Bu çelişki nereden çıkmaktadır. Şöyle ki; odanın görüntüsü beynimizdedir. Aynı şekilde vücudumuza ait görüntü de beynimizdedir. Kısaca beynimizdeki oda görüntüsünün içinde vücudumuza ait görüntü durmaktadır.Ve idrâkimiz bu kompozisyonu algılayarak, seyrederek, vücudumuzun odanın içinde bulunduğu şeklinde bir sonuca varmaktadır ki, bizi yanıltan da budur.
Gerçekte biz vücudumuzu da beynimizde seyrederiz. Vücudumuzu bize tanıtan, beynimize ulaşan biyoelektrik uyarılardır. Bu uyarılar ise beynimizde birtakım duygulara, hislere çevrilir, örneğin, ellerimizle vücudumuza dokunduğumuzda meydana gelen dokunma hissi, yerçekiminin oluşturduğu ağırlık hissi, vücudumuzdan yansıyan ışık ışınlarının oluşturduğu görme hissi gibi. Bütün bu olaylar İDRÂK tarafından bir HİSLER TOPLULUĞU olarak değerlendirilir. Ve biz vücudumuzu hissederiz. Bu bilimsel gerçeklerden de anlaşılıyor ki; biz ömrümüz boyunca asıl vücudumuzla değil, idrâkimize ulaşan vücudumuza ait hislerle muhatap oluruz. Bu uyarılar, bu hisler idrâkimizde ‘vücudumuz’ olarak kabul edilir.

“Doğrudan doğruya fizik bilimiyle ilgili olarak söyleyebileceğimiz şey, şimdiye kadar bedenimiz dediğimiz nesnenin aslında, hiçbir fiziksel gerçeğe tekâbül etmeyen incelikle işlenmiş bilimsel bir yapı olduğudur.” (Bertrand Russell, Aylâklığa Övgü, Say Yay. II. Baskı, s. 198)

Yazılanları kısaca özetlersek;
Vücudumuz beynimizde oluşan bir hisler topluluğudur.
Aynı şekilde beynimiz da vücudumuzun bir parçası olduğuna göre beynimizi de beynimizde seyrediyoruz demektir. Çelişkili gibi gelen bu durum şu şekilde açıklığa kavuşur. Beynimiz de dahil olmak üzere bütün vücudumuz ‘ İDRÂKİMİZDE’ bulunmaktadır.
Beyin kabuğunu duyu izlenimlerinin üzerinde toplandığı bir televizyon ekranına benzetebiliriz. İdrâkimiz kapkaranlık bir kafatası içinde, simsiyah bir beyin kabuğu üzerine düşen renkleri, çeşitli ışık armonilerini, sesleri, kokuları ve onların bize tanıttığı ‘madde’ dediğimiz şeyleri izlemektedir. İdrâkimizin beynimizin dışına çıkıp, dış dünyayı (beynimizde gördüğümüz görüntünün aslını) görmesi söz konusu olabilir mi? Eğer idrâkimiz dış dünya ile objektif olarak muhatap olsaydı, dış dünyaya ait renkleri herkes birbirinden farksız olarak görecekti. O zaman da renk körlüğü denen kavramın olmaması gerekirdi. Bu da bize idrâkin maddenin aslı ile değil, beyindeki kopyası ile muhatap olduğunu gösterir. Üstelik idrâkimizin muhatap olduğu bu kopyanın dış dünyayı ne derece yansıttığı da meçhuldür. Çünkü dışarıdaki gerçeği kopyasından tanımaya çalışmak aralarındaki farkı tespit etmek yada fark olmadığını söylemek olanaksızdır. Bu durumda aslını görmediği, bilmediği bir cismin ‘görüntüsü’ ile ‘aslının’ aynı olduğu düşüncesi sadece bir iddia olarak kalmaya mahkumdur. Meselâ; sadece kopyasını gördüğümüz bir resmin aslına ne derece benzediğini bilmemize imkân yoktur. Buna karar verebilmek için resmin aslını mutlaka görmemiz gerekir ki kıyas yapabilelim.
Madem ki görme, duyma v.s. algıları elektrik uyarılarıyla elde ediliyor ve biz cisimlerin aslı ile değil, ondan gelen
impulslarla(uyarılarla) muhatap oluyoruz; aynı şekilde biz de bu uyarıları daha önce depoladığımız çok gelişmiş bir videodan eksiksiz ve düzenli bir şekilde sağlayalım. Bu durumda kendinizi bizim yapay olarak meydana getirdiğimiz mekânın içinde yaşıyor sanmanız gayet normaldir. Sadece beyinden ibaret olduğunuzu anlamanıza imkân yoktur.
“Sağduyu bir masayı gördüğünde, bir masa gördüğünü kabul eder. Bu büyük bir kuruntudur. Sağduyu, bir masayı gördüğü zaman, gözlerine belirli ışık dalgaları ulaşır. Işık dalgaları gözlerimiz içerisinde oluşlara yol açmıştır ve bunlar da optik sinirdeki oluşlara ve sonunda da beyindeki oluşlara yol açmıştır. Ama bunların hiç biri bizi masanın kendisine ulaştırmamaktadır... Parmaklarımızla masaya bastığımız zamanki dokunma duyusuna gelince, bu parmak uçlarındaki elektron ve protonlar üzerinde bir elektrik etkisidir, modern fiziğe göre, masada bulunan elektron ve protonların yakınlığından oluşmuştur. Eğer parmak uçlarımızdaki aynı etki, bir başka yolla ortaya çıkmış olsaydı, hiç masa olmamasına rağmen bu duyuma sahip olacaktık.” (Bertrand Russell, Rölativitenin Alfabesi, Onur Yay. 1974, s. 161-162)

Hiçbir beyin kendisine ulaşan impulsun (uyarının) doğal mı yoksa yapay bir kaynaktan mı geldiğini anlayamaz.
Aşağıda bu konuda yapılan ilginç bir deney yer almaktadır.
“ERİCH VON HOLTS bayıltılmış tavukların beynine uçları çıplak,fakat yanları lakla izole edilmiş saç inceliğinde teller soktu. Birkaç sene denemede tutulan hayvanları, bu teller rahatsız etmiyordu. Tellerin ucu, işlevi tanımlanmak istenen beyin kısmına sokulmuştu. Tellerden gönderilen çok zayıf akımlar, hayvanda, sanki dışarıdan herhangi bir impuls almış gibi tepkiler meydana getiriyordu.
Belirli yerler uyarıldığında horozlar, sanki bir düşman varmış gibi, kanatlarını germeye, yeri eşelemeye, gaklamaya ve mahmuzlarıyla saldırıya geçiyordu. Horoz, düşmanına karşı programlanmış tüm tepki silsilesini gösteriyordu. Fakat bu yapay uyarı sırasında tilki, sansar veya diğer bir düşmanca hayali, gerçek gibi görüyor muydu ya da hangisini, nasıl görüyordu? Bunun yanıtını hiçbir zaman kesin olarak veremeyiz. Elektrik (uyarı) kesilince, sonuç daha da ilginçti. Birdenbire sakinleşen horoz, ilk olarak şaşkın bakışlarla düşmanını arıyordu ve daha sonra zafer ötüşleri çıkarıyordu. Hiçbir beyin kendine ulaşan impulsun doğal mı yoksa yapay bir kaynaktan mı geldiğini anlayamaz. İnsanı da ameliyat sırasında veya bayıltmadan bu şekilde yapay olarak uyardığımızda değişik tepkiler gözleyebiliriz. Örneğin, görme merkezini uyardığımızda renkli şimşekten, manzaraya kadar değişik görüntüler elde edebileceğimiz gibi; diğer bir bölgeyi uyardığımızda hastanın sesli olarak devamlı güldüğünü görürüz. Üzerinde deneme yapılan canlı bunun yapay mı yoksa doğal mı olduğunu anlayamaz. Tavuklarda, bu yolla, birdenbire, kızana gelme, dövüşme, temizlenme, doyma, acıkma, uyuma vs. oluşturulabilmiştir.” (Prof. Dr. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, s. 186)
Elma yiyen bir insan, elmanın beynindeki görüntüsü ile muhatap olur. Elmanın doğrudan kendisi ile değil. Elmanın tadı, kokusu, sertliği ise beyne giden impulsların beyinde meydana getirdiği hislerdir.
Aynı şekilde dürbünle aya bakan bir şahıs gerçekte beyninde meydana gelen ayın görüntüsüne bakar. İnsan karşısındakiyle konuşurken, aslında beynindeki o şahsın görüntüsü ile konuşur. Üstelik kendisine ait olan vücut görüntüsü ile karşısındakine ait vücut görüntüsü beyninde aynı ekran üzerinde seyredilir. Yani karşısındaki de, onu seyreden de aynı alan üzerindedir. Kendi sesi ve diğer şahsın sesi de idrâkte aynı yerde duyulur.
Nesnel gerçekler olmasa da onları var sanmak rüyada olan bir olaydır. Rüyamızda hüzünlenir, sevinir, acı duyar yada zevk alırız. Bir dakikada bir macera yaşayabiliriz. Oysa bunları beynin dışında sağlayan hiçbir maddi gerçeklik yoktur.
Rüya gören bir insan, üzerine gelen trenin gerçek olduğuna o kadar emindir ki, kaçmak için sarf ettiği çaba yüzünden ter içinde kaldığını, uyanınca hayretle görür. Halbuki rüya görürken beyni ile irtibat kurup trenin nesnel gerçekliğinin olmadığını kendisine söylesek şiddetle reddedecektir.
İnsan asla ve kesinlikle maddenin hakikatini doğrudan göremez, duyamaz, dokunamaz. Bütün hayatı çeşitli hâyâlleri seyretmekle geçer. Hâyâl kavramını burada, insanın kendi oluşturduğu, uydurduğu, vehmettiği şeyler anlamında değil aynı zamanda dış dünyaya ait gönderilen algılar anlamında da kullandım. Böylece dışımızdaki dünyanın bizim uydurmamız olmadığını ifade etmiş oluyorum. Tabii ne kadarı bizim uydurmamız değil, tartışılır. Önceki açıklamalarımız ışığında eğer biz dış dünya ile hiç bir zaman doğrudan muhatap olamıyorsak idrâkimizdeki dış dünyaya ait algıların dış dünyayı ne derece yansıttığını bilmemize imkân yoktur. Bu bizi dış dünya ile beş duyumuza bağlı algılarımız arasında pekâla bir bağdaşmazlığın olabileceği sonucuna götürür. Bu bağdaşmazlığın olmadığını kanıtlayacak herhangi bir bilimsel deneyde yapmamız söz konusu değildir. Çünkü elimize aldığımız tüm deney aygıtları, ölçü cetvelleri v.s.nin asılları ile değil, yalnızca zihnimizdeki görüntüleri ile muhatap oluruz.
Yukarıdaki izahların daha rahat anlaşılabilmesi için tüm görüntülerin beynimizde olduğu varsayılmıştır. Gerçekte beyin de vücudumuzun bir parçasıdır. Bu durumda o da vücudumuz gibi hâyâli bir nitelik almış olmaktadır.
“Kuşku yok ki, madde genel olarak bir oluşlar grubu olarak yorumlanacaksa, bunu göze, optik sinire ve beyine de uygulamak gerekir.” (Bertrand Russell, Rölativitenin Alfabesi, Onur Yay. 1974 s. 160-61)
Nesnelerin, vücudumuzun, sinirlerin ve giderek BEYNİMİZİN de zihnimizde ortaya çıkan ve değerlendirilen birtakım ‘hisler topluluğu’ olduğu gerçeği, zihnimizin maddenin bir fonksiyonu olmadığını ortaya koymaktadır.
Yaptığım açıklamalarda yanlış anlamaya meydan vermemek için düşüncelerim ile, Berkeley'in idealizmi arasındaki farkı belirtmek yerinde olur. Berkeley idealizmi savunurken zihnimizin dışında maddenin hiçbir gerçekliğinin olmadığını söyler. Halbuki madde dediğimiz şeyin, zihnin dışında bir aslı vardır. Yani biz tüm bu etrafımızdakileri zihnimizden uydurmuyoruz. Fakat maddenin bizim dışımızdaki orijinalini günümüz bilimiyle bilemeyiz. Farklı bir paradigmaya ihtiyacımız vardır.
GÖREN KİM?
Şu anda biz mekânın içinde değil, mekân bizim İÇİMİZDE olduğuna göre ve biz de adeta bir ekran üzerindeki görüntüyü seyrettiğimize göre ekranda ki bu mekân görüntüsünü seyreden ‘ben’ dediğimiz şey nedir? Gören, duyan, koklayan, hisseden ve ‘benim’ diyebilen, yani kendine kişilik verebilen, bütün bunları yapabilen atomlar mıdır? Hem nesneleri oluşturan , hem de bunları algılayan aynı yapı olabilir mi? Hayır, bu konuda Russell şunları yazar;
“Böylece modern, sözde maddeci, kendini tuhaf bir durum içinde bulmaktadır. Zira sözde maddeci zihin faaliyetlerin bir dereceye kadar başarıyla beden faaliyetleri haline indirgeyebildiği halde, bedenin kendisinin zihin tarafından icad edilmiş kullanışlı bir kavram olduğu gerçeğini tevil edememektedir. Böylece, bir kısır döngü içinde dolaşıp durduğumuzu görüyoruz: Zihin, bedenin bir türümüdür, beden ise zihnin bir icadıdır. Bunun doğru olamayacağı apaçıktır, dolayısıyla ne zihin, ne de beden olan, ama her ikisinin de kendisinden çıkabileceği başka bir şey aramamız gerekiyor.” (Bertrand Russell, Aylâklığa Övgü, Say. yay, 2. Baskı, 1983, s. 197)
Ne zihin ne de beden olan başka bir şey.