Aralık 07, 2005

DIŞARIDAKİ DÜNYA ASLINDA İÇİMİZDEKİ DÜNYA DEĞİL Mİ?

Aşağıda okuyacaklarınızı Matrix filminden yaklaşık on beş sene önce yazmıştım. Eğer filmi izlediyseniz umarım ne demek istediğimi daha kolay anlayacaksınız.

“Bir cisme baktığımızda cisimden saniyede 10 trilyon ışık parçacığı (Foton) gözümüze ulaşır.
Işık önce göz merceğinden, daha sonra gözün içini dolduran saydam pelteden (corpus vitreum = camsı cisim) geçerek ağ tabaka (retina) üzerine düşer. Burada 100 milyon çubuk ve koni biçimi sinir hücresi, ışığa maruz kalır. Yansıyan ışığın yolu üzerinde olan retina hücreleri daha çok gölgelere karşılık olan retina hücreleri daha az ışık alır. Işık yokken her retinen molekülü protein molekülünden bir yastık (opsin) üzerinde uyur. Işık parçacıkları çarpar çarpmaz, saniyede 30.000 trilyon retinen molekülü protein'ninden ayrılır, burulma halini bırakarak düzleşir.
Sinir hücreleri (nöronlar), retinen moleküllerinin dansından etkilenir, önce gözdeki ve sonra beyindeki nöronlar harekete geçer. Nöron yüzeyi birden biçim değiştirir, bunun sonucu hücrelerarası sıvıdan nörona sodyum iyonlarının girişi birden durur. Sodyum iyonları pozitif yüklüdür. Pozitif elektrik yüklerinin hücreye akışının durması hücreyi sarsar, hücrede bir elektrik potansiyeli doğar (Aksiyon akımı). Bu elektrik akımı nöron'un uzantısı akson içinde 5-6 mm. kadar gittikten sonra durur, çünkü 1. nöron bitmiş 2. nöron başlamıştır.
Saniyenin birkaç milyeminde, elektrik, görme sinirine (optik nerv) ulaşır. Optik sinir retinadaki ganglion hücrelerinin akson denen uzantılarından oluşur. Görme uyarıları arka beyin kabuğundaki primer görme alanına ulaşır. Bu merkez 2,5 mm. kalınlıkta ve birkaç cm2 büyüklükdedir. 6 tabaka halinde 100 milyon nöron içerir. Uyan önce 4. tabakaya gelir, burada analiz edildikten sonra diğer tabakalara dağılır. Bu merkezde her nöron 1000 kadar nörondan uyarı alır ve 1000 kadar nörona uyarı gönderir. Beynin bu merkezi tam bir kompüter gibi çalışarak elektrik enerjisi şeklinde gelen görme uyarılarını görme olayına çevirir, yani cisim hem görülür, hem de tanınır. Cismin tanınmasını, beynin hafızasında depolanmış eski bilgilerle bu yeni imajı karşılaştırarak gerçekleştirir.” (Bilim ve Teknik, sayı: 215, s. 36)
YENİ BİR BOYUT
Modern fizik alışılagelen madde kavramını yıkmış, maddeyi bir olaylar bütünü haline getirerek yeni bir boyut kazandırmıştır.
Evren ve Einstein kitabının yazan Lincoln Barnett şöyle diyor: “Anlaşılması güç felsefe sorunlarının çağdaş bilimle çok yakın ilgisi vardır. Filozoflar tüm nesnel gerçekleri algıların bir GÖLGE DÜNYASI haline getirirken bilim adamları insan duyularının sınırlarını korku ve endişe ile sezdiler. “
İlk bakışta karışık gibi gelen bu açıklama aslında, içinde varolduğumuz; kopamayacağımız ve asla reddedemeyeceğimiz bir gerçeğin özetinden başka bir şey değildir.
Maddi gerçekliğin yapısı hakkında o kadar şartlanmışız ki, acaba hakikaten madde bizim gördüğümüz, düşündüğümüz anlamda bağımsız bir varlık mıdır, yoksa bir gölge varlık mıdır, hiç düşünmemişizdir.

Sizinle diğer nesneler, yada şu anda okuduğunuz bu sayfa ile aranızdaki mesafe, beyninizde meydana gelen bir boşluk (mekân) hissinin idrâkinden başka bir şey değildir. Şartlanmalar bize yanan ampulün, yada parlayan güneşin uzakta olduğu hissini verir. Fakat gerçekte ampul, güneş ve onların yaydığı ışık, beynimizin içinde oluşan bir görüntüden ibarettir.

Gözünüzden beyninize giden siniri kesersek dünyanız kararır. Yani mekân görüntüsünü kaybedersiniz. Kestiğimiz sinirin ucuna biz dışarıdan müdahalede bulunsak ve ışığın elektrik sinyaline çevrilmiş mesajını (ki gözün daima yaptığı iştir) biz yapay olarak meydana getirip beyninize iletsek, dünyanız yine aydınlanır. Daha başka bir deyişle, dışınızdaki mekân zifiri karanlık olsa bile beyninizin daha doğrusu idrâkinizin, adeta elektrik verilen bir ampul gibi aydınlandığı izlenimini elde edersiniz.
İdrâkin aydınlanması gerçeğinde bizi yanıltan nokta şudur: Diyelim ki güneşe bakıyorsunuz. İdrâkimiz güneşe ait ışığın ve sıcaklığın aslı ile mi muhatap olmaktadır? Ne ilginçtir ki, güneşin ışığını ve sıcaklığını hissettiğimiz anda bile kafamızın ve beynimizin içi kapkaranlıktır ve ısısı hiç değişmez. Anlaşılıyor ki görme ve diğer algı merkezlerindeki bilgileri değerlendiren idrâkimiz, ışığın ve sıcaklığın bizim dışımızdaki "aslı" ile değil beynimizdeki kopyaları ile karşı karşıya kalmaktadır. İşte biz bu kopyaları, dışımızdaki gerçek ışık, ısı, renk, tat ... vb. sanır ve yanılırız. Bütün bu bilimsel gerçekler bizi dışımızdaki ışık ile beynimizdeki ışığın (daha doğrusu ışık hissinin) birbirinden farklı olduğu sonucuna götürmektedir. Eğer biz ışığın, sıcaklığın vb. aslı ile hiçbir zaman muhatap olamıyorsak, aynı şekilde ışığın, ısının, basıncın... vb. bize tanıttığı "madde" kavramının aslıyla da hiçbir zaman karşı karşıya kalmadığımız anlaşılır. Olay tümüyle beynimizde meydana gelmektedir cisim dediğimiz şeylerin yalnızca beynimizdeki hisleri ile muhatap olduğumuz bir gerçektir.
Açıklamalardan anlaşıldığı gibi, ışık beynimizde idrâk edilmektedir. Halbuki beynimizin içi kapkaranlıktır. Ama biz, karanlık bir beyinde, aydınlık bir dünya seyrederiz. Çelişkiliymiş gibi görünen bu durum, içinde bulunduğumuz büyük bir gerçeği ifade eder.
Gerçekte bizim farkına vardığımız; ışığın, ve ona bağlı olarak güneşin beynimizdeki gölge varlığıdır. Işık, beynimize" ışık dalgaları" şeklinde değil, göz ve optik sinirler yolu ile "nitelik değiştirerek" elektrik impulsları şeklinde ulaşır. Yani ışığı görüyorum derken, idrâkimiz gerçekte elektrik uyarılarını seyretmektedir. Aynı şeyi ses ve dokunma duyusu için de söyleyebiliriz.

“... kafanızı taştan bir duvara çarptığınız zaman bile aslında duvara dokunmazsınız. Siz, bir şeye dokunduğunuzu sandığınız zaman, bedeninizin çarptığını sandığınız bölümünü meydana getiren elektron ve protonları, dokunduğunu sandığınız cismin bazı elektron ve protonları tarafından çekilir yada itilir, ama fiili bir temas yoktur. Başka elektron ve protonlara yaklaşmaktan dolayı kendinizdeki elektron ve protonlar rahatsız olur. Ve bu rahatsızlığı sinirler yolu ile beyne iletirler; beyinde meydana gelen etki, dokunma duyumuz için gerekli olan etkidir...” (Bertrand Russell, Aylâklığa Övgü, Say Yay. II. Baskı, s. 197 -198)

Bu durumda ışığın ve dokunma duyumuzun bize tanıttığı madde kavramının beynimizdeki kopyalar (elektriksel uyanlar) bütünü olduğu anlaşılmaktadır. Asıl ilginç olan idrâkimiz, (yani biz) hayatımız boyunca beyindeki bu kopyaları değerlendirip durmaktadır. İşte biz beynimizde meydana gelen bu kopyaları "maddenin dışımızdaki aslı" diyerek yanılmaktayız. Acaba maddenin dışımızda bizden bağımsız olarak varolan aslına ulaşabilir miyiz? Materyalistler bunun deneyle mümkün olabileceğini iddia edebilirler. Oysa ki elimize aldığımız bütün deney aygıtları, vücudumuz, beynimiz de dahil olmak üzere idrâkimizdedir. Böylece tüm deney programı hâyâli bir nitelik kazanmış olur. Açıklamalardaki şu nokta yanlış anlaşılmamalıdır. Dışımızdaki dünyayı zihnimiz meydana getirmiyor, sadece tüm olay ve nesneler zihnimizde (idrâkte) ortaya çıkmaktadır. Fakat biz zihnimizdeki bu dünyayı dışımızda var olan gerçek dünya zannederek yanılırız.
Meselâ bir odada bulunduğunuzu düşünün. Muhatap olduğunuz oda acaba nerededir?

a) Siz odanın içindesiniz.
b) Oda sizin içinizdedir.

İdrâkinizde iki ayrı görüntü meydana gelemeyeceğine göre,bunlardan sadece biri doğrudur. Diğeri ise, şartlanmalar neticesi, ilkine bağlı olarak ileri sürülen sadece biri iddiadır ki, dogmatik bir kabulün sonucudur. Eğer odanın içinde bulunduğunuzu söylüyorsanız, başka bir deyişle, idrâkinizin sizin dışınızdaki oda ile muhatap olduğunu zannediyorsanız, bu durumda beynimizdeki görme merkezinin (odaya ait verilerin bulunduğu) ne işe yaradığı sorulabilir. İdrakimiz, ya beynimizdeki odayı, yada dışımızdaki odayı (odanın aslını) seyretmektedir. Çünkü biz sadece bir tek oda ile muhatap oluruz. Sonuç olarak biyolojistler, fizyonomistler idrâk ettiğimiz görüntünün beynimizde olduğunu tartışılmayacak bir biçimde ortaya koymuşlardır. Anlaşılıyor ki (b) şıkkındaki ‘odanın içimizde olduğu’ ifadesi bilimsel bir gerçek, bizim ‘odanın içinde bulunduğumuz’ ifadesi ise ona bağlı olarak ileri sürdüğümüz bir varsayımdır. Bu çelişki nereden çıkmaktadır. Şöyle ki; odanın görüntüsü beynimizdedir. Aynı şekilde vücudumuza ait görüntü de beynimizdedir. Kısaca beynimizdeki oda görüntüsünün içinde vücudumuza ait görüntü durmaktadır.Ve idrâkimiz bu kompozisyonu algılayarak, seyrederek, vücudumuzun odanın içinde bulunduğu şeklinde bir sonuca varmaktadır ki, bizi yanıltan da budur.
Gerçekte biz vücudumuzu da beynimizde seyrederiz. Vücudumuzu bize tanıtan, beynimize ulaşan biyoelektrik uyarılardır. Bu uyarılar ise beynimizde birtakım duygulara, hislere çevrilir, örneğin, ellerimizle vücudumuza dokunduğumuzda meydana gelen dokunma hissi, yerçekiminin oluşturduğu ağırlık hissi, vücudumuzdan yansıyan ışık ışınlarının oluşturduğu görme hissi gibi. Bütün bu olaylar İDRÂK tarafından bir HİSLER TOPLULUĞU olarak değerlendirilir. Ve biz vücudumuzu hissederiz. Bu bilimsel gerçeklerden de anlaşılıyor ki; biz ömrümüz boyunca asıl vücudumuzla değil, idrâkimize ulaşan vücudumuza ait hislerle muhatap oluruz. Bu uyarılar, bu hisler idrâkimizde ‘vücudumuz’ olarak kabul edilir.

“Doğrudan doğruya fizik bilimiyle ilgili olarak söyleyebileceğimiz şey, şimdiye kadar bedenimiz dediğimiz nesnenin aslında, hiçbir fiziksel gerçeğe tekâbül etmeyen incelikle işlenmiş bilimsel bir yapı olduğudur.” (Bertrand Russell, Aylâklığa Övgü, Say Yay. II. Baskı, s. 198)

Yazılanları kısaca özetlersek;
Vücudumuz beynimizde oluşan bir hisler topluluğudur.
Aynı şekilde beynimiz da vücudumuzun bir parçası olduğuna göre beynimizi de beynimizde seyrediyoruz demektir. Çelişkili gibi gelen bu durum şu şekilde açıklığa kavuşur. Beynimiz de dahil olmak üzere bütün vücudumuz ‘ İDRÂKİMİZDE’ bulunmaktadır.
Beyin kabuğunu duyu izlenimlerinin üzerinde toplandığı bir televizyon ekranına benzetebiliriz. İdrâkimiz kapkaranlık bir kafatası içinde, simsiyah bir beyin kabuğu üzerine düşen renkleri, çeşitli ışık armonilerini, sesleri, kokuları ve onların bize tanıttığı ‘madde’ dediğimiz şeyleri izlemektedir. İdrâkimizin beynimizin dışına çıkıp, dış dünyayı (beynimizde gördüğümüz görüntünün aslını) görmesi söz konusu olabilir mi? Eğer idrâkimiz dış dünya ile objektif olarak muhatap olsaydı, dış dünyaya ait renkleri herkes birbirinden farksız olarak görecekti. O zaman da renk körlüğü denen kavramın olmaması gerekirdi. Bu da bize idrâkin maddenin aslı ile değil, beyindeki kopyası ile muhatap olduğunu gösterir. Üstelik idrâkimizin muhatap olduğu bu kopyanın dış dünyayı ne derece yansıttığı da meçhuldür. Çünkü dışarıdaki gerçeği kopyasından tanımaya çalışmak aralarındaki farkı tespit etmek yada fark olmadığını söylemek olanaksızdır. Bu durumda aslını görmediği, bilmediği bir cismin ‘görüntüsü’ ile ‘aslının’ aynı olduğu düşüncesi sadece bir iddia olarak kalmaya mahkumdur. Meselâ; sadece kopyasını gördüğümüz bir resmin aslına ne derece benzediğini bilmemize imkân yoktur. Buna karar verebilmek için resmin aslını mutlaka görmemiz gerekir ki kıyas yapabilelim.
Madem ki görme, duyma v.s. algıları elektrik uyarılarıyla elde ediliyor ve biz cisimlerin aslı ile değil, ondan gelen
impulslarla(uyarılarla) muhatap oluyoruz; aynı şekilde biz de bu uyarıları daha önce depoladığımız çok gelişmiş bir videodan eksiksiz ve düzenli bir şekilde sağlayalım. Bu durumda kendinizi bizim yapay olarak meydana getirdiğimiz mekânın içinde yaşıyor sanmanız gayet normaldir. Sadece beyinden ibaret olduğunuzu anlamanıza imkân yoktur.
“Sağduyu bir masayı gördüğünde, bir masa gördüğünü kabul eder. Bu büyük bir kuruntudur. Sağduyu, bir masayı gördüğü zaman, gözlerine belirli ışık dalgaları ulaşır. Işık dalgaları gözlerimiz içerisinde oluşlara yol açmıştır ve bunlar da optik sinirdeki oluşlara ve sonunda da beyindeki oluşlara yol açmıştır. Ama bunların hiç biri bizi masanın kendisine ulaştırmamaktadır... Parmaklarımızla masaya bastığımız zamanki dokunma duyusuna gelince, bu parmak uçlarındaki elektron ve protonlar üzerinde bir elektrik etkisidir, modern fiziğe göre, masada bulunan elektron ve protonların yakınlığından oluşmuştur. Eğer parmak uçlarımızdaki aynı etki, bir başka yolla ortaya çıkmış olsaydı, hiç masa olmamasına rağmen bu duyuma sahip olacaktık.” (Bertrand Russell, Rölativitenin Alfabesi, Onur Yay. 1974, s. 161-162)

Hiçbir beyin kendisine ulaşan impulsun (uyarının) doğal mı yoksa yapay bir kaynaktan mı geldiğini anlayamaz.
Aşağıda bu konuda yapılan ilginç bir deney yer almaktadır.
“ERİCH VON HOLTS bayıltılmış tavukların beynine uçları çıplak,fakat yanları lakla izole edilmiş saç inceliğinde teller soktu. Birkaç sene denemede tutulan hayvanları, bu teller rahatsız etmiyordu. Tellerin ucu, işlevi tanımlanmak istenen beyin kısmına sokulmuştu. Tellerden gönderilen çok zayıf akımlar, hayvanda, sanki dışarıdan herhangi bir impuls almış gibi tepkiler meydana getiriyordu.
Belirli yerler uyarıldığında horozlar, sanki bir düşman varmış gibi, kanatlarını germeye, yeri eşelemeye, gaklamaya ve mahmuzlarıyla saldırıya geçiyordu. Horoz, düşmanına karşı programlanmış tüm tepki silsilesini gösteriyordu. Fakat bu yapay uyarı sırasında tilki, sansar veya diğer bir düşmanca hayali, gerçek gibi görüyor muydu ya da hangisini, nasıl görüyordu? Bunun yanıtını hiçbir zaman kesin olarak veremeyiz. Elektrik (uyarı) kesilince, sonuç daha da ilginçti. Birdenbire sakinleşen horoz, ilk olarak şaşkın bakışlarla düşmanını arıyordu ve daha sonra zafer ötüşleri çıkarıyordu. Hiçbir beyin kendine ulaşan impulsun doğal mı yoksa yapay bir kaynaktan mı geldiğini anlayamaz. İnsanı da ameliyat sırasında veya bayıltmadan bu şekilde yapay olarak uyardığımızda değişik tepkiler gözleyebiliriz. Örneğin, görme merkezini uyardığımızda renkli şimşekten, manzaraya kadar değişik görüntüler elde edebileceğimiz gibi; diğer bir bölgeyi uyardığımızda hastanın sesli olarak devamlı güldüğünü görürüz. Üzerinde deneme yapılan canlı bunun yapay mı yoksa doğal mı olduğunu anlayamaz. Tavuklarda, bu yolla, birdenbire, kızana gelme, dövüşme, temizlenme, doyma, acıkma, uyuma vs. oluşturulabilmiştir.” (Prof. Dr. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, s. 186)
Elma yiyen bir insan, elmanın beynindeki görüntüsü ile muhatap olur. Elmanın doğrudan kendisi ile değil. Elmanın tadı, kokusu, sertliği ise beyne giden impulsların beyinde meydana getirdiği hislerdir.
Aynı şekilde dürbünle aya bakan bir şahıs gerçekte beyninde meydana gelen ayın görüntüsüne bakar. İnsan karşısındakiyle konuşurken, aslında beynindeki o şahsın görüntüsü ile konuşur. Üstelik kendisine ait olan vücut görüntüsü ile karşısındakine ait vücut görüntüsü beyninde aynı ekran üzerinde seyredilir. Yani karşısındaki de, onu seyreden de aynı alan üzerindedir. Kendi sesi ve diğer şahsın sesi de idrâkte aynı yerde duyulur.
Nesnel gerçekler olmasa da onları var sanmak rüyada olan bir olaydır. Rüyamızda hüzünlenir, sevinir, acı duyar yada zevk alırız. Bir dakikada bir macera yaşayabiliriz. Oysa bunları beynin dışında sağlayan hiçbir maddi gerçeklik yoktur.
Rüya gören bir insan, üzerine gelen trenin gerçek olduğuna o kadar emindir ki, kaçmak için sarf ettiği çaba yüzünden ter içinde kaldığını, uyanınca hayretle görür. Halbuki rüya görürken beyni ile irtibat kurup trenin nesnel gerçekliğinin olmadığını kendisine söylesek şiddetle reddedecektir.
İnsan asla ve kesinlikle maddenin hakikatini doğrudan göremez, duyamaz, dokunamaz. Bütün hayatı çeşitli hâyâlleri seyretmekle geçer. Hâyâl kavramını burada, insanın kendi oluşturduğu, uydurduğu, vehmettiği şeyler anlamında değil aynı zamanda dış dünyaya ait gönderilen algılar anlamında da kullandım. Böylece dışımızdaki dünyanın bizim uydurmamız olmadığını ifade etmiş oluyorum. Tabii ne kadarı bizim uydurmamız değil, tartışılır. Önceki açıklamalarımız ışığında eğer biz dış dünya ile hiç bir zaman doğrudan muhatap olamıyorsak idrâkimizdeki dış dünyaya ait algıların dış dünyayı ne derece yansıttığını bilmemize imkân yoktur. Bu bizi dış dünya ile beş duyumuza bağlı algılarımız arasında pekâla bir bağdaşmazlığın olabileceği sonucuna götürür. Bu bağdaşmazlığın olmadığını kanıtlayacak herhangi bir bilimsel deneyde yapmamız söz konusu değildir. Çünkü elimize aldığımız tüm deney aygıtları, ölçü cetvelleri v.s.nin asılları ile değil, yalnızca zihnimizdeki görüntüleri ile muhatap oluruz.
Yukarıdaki izahların daha rahat anlaşılabilmesi için tüm görüntülerin beynimizde olduğu varsayılmıştır. Gerçekte beyin de vücudumuzun bir parçasıdır. Bu durumda o da vücudumuz gibi hâyâli bir nitelik almış olmaktadır.
“Kuşku yok ki, madde genel olarak bir oluşlar grubu olarak yorumlanacaksa, bunu göze, optik sinire ve beyine de uygulamak gerekir.” (Bertrand Russell, Rölativitenin Alfabesi, Onur Yay. 1974 s. 160-61)
Nesnelerin, vücudumuzun, sinirlerin ve giderek BEYNİMİZİN de zihnimizde ortaya çıkan ve değerlendirilen birtakım ‘hisler topluluğu’ olduğu gerçeği, zihnimizin maddenin bir fonksiyonu olmadığını ortaya koymaktadır.
Yaptığım açıklamalarda yanlış anlamaya meydan vermemek için düşüncelerim ile, Berkeley'in idealizmi arasındaki farkı belirtmek yerinde olur. Berkeley idealizmi savunurken zihnimizin dışında maddenin hiçbir gerçekliğinin olmadığını söyler. Halbuki madde dediğimiz şeyin, zihnin dışında bir aslı vardır. Yani biz tüm bu etrafımızdakileri zihnimizden uydurmuyoruz. Fakat maddenin bizim dışımızdaki orijinalini günümüz bilimiyle bilemeyiz. Farklı bir paradigmaya ihtiyacımız vardır.
GÖREN KİM?
Şu anda biz mekânın içinde değil, mekân bizim İÇİMİZDE olduğuna göre ve biz de adeta bir ekran üzerindeki görüntüyü seyrettiğimize göre ekranda ki bu mekân görüntüsünü seyreden ‘ben’ dediğimiz şey nedir? Gören, duyan, koklayan, hisseden ve ‘benim’ diyebilen, yani kendine kişilik verebilen, bütün bunları yapabilen atomlar mıdır? Hem nesneleri oluşturan , hem de bunları algılayan aynı yapı olabilir mi? Hayır, bu konuda Russell şunları yazar;
“Böylece modern, sözde maddeci, kendini tuhaf bir durum içinde bulmaktadır. Zira sözde maddeci zihin faaliyetlerin bir dereceye kadar başarıyla beden faaliyetleri haline indirgeyebildiği halde, bedenin kendisinin zihin tarafından icad edilmiş kullanışlı bir kavram olduğu gerçeğini tevil edememektedir. Böylece, bir kısır döngü içinde dolaşıp durduğumuzu görüyoruz: Zihin, bedenin bir türümüdür, beden ise zihnin bir icadıdır. Bunun doğru olamayacağı apaçıktır, dolayısıyla ne zihin, ne de beden olan, ama her ikisinin de kendisinden çıkabileceği başka bir şey aramamız gerekiyor.” (Bertrand Russell, Aylâklığa Övgü, Say. yay, 2. Baskı, 1983, s. 197)
Ne zihin ne de beden olan başka bir şey.

DİN BUDUR... - II

Din konusunda insanlığın büyük bir çoğunluğun 2 gruba ayrıldığını görüyorum;Bu büyük çoğunluğun da önemli bir kısmı beyinlerinde sanal bir Tanrı oluşturuyor ve dışında oluşturdugu ve muhtemelen de uzayda bir yerlere oturttuğu bir tanrı kavramına tapıyor.Peygamberlerde bu gökyüzünde bulunan Tanrı’nın özel olarak seçtiği insanlardan oluşuyor onlara göre,kimilerine bilgilerini kitaplaştırıp insanlarla bir postacı gibi paylaşmasını sağlıyor.Bazen direk yollardan iletişim kuruyor seçtiği insanlarla bazen de melekler aracılığıyla.Melek ise gökyüzündeki “Tanrı”sına hizmet ediyor,isteklerini yerine getiriyor.Herkes kendi inandığı kitaba uymazsa gökyüzündeki o muhteşem koltuğuna oturmuş Tanrı bizi öbür dünyada karşımıza çekip yargılayacak ve bunun sonucunda ya cennete gideceğiz ya da cehenneme…İnsanlığın kalan kısmı ise bunun bir güdülenme olduğunu,insan beyinlerinin sığınma ve korunma içgüsünden oluşturduğunu söylüyorlar ve böyle bir Tanrı’ya inanmıyorlar.
İleriki bilgilere de ulaşma ihtiyacı hissetmiyorlar.

Ne yazık ki her iki grupta Allah adıyla işaret edileni ve adına İslam Dini denilen sistemi anlayamıyor ve büyük bir yanılgıya düşüyor…

Dostlar,
Birgün sokağa çıkıp en fazla ne kadar yürüyebileceginize bir bakın,yürüyerek bu koskocaman dünyayı kaç yılda dolaşırsınız?
İşte bu kadar büyük bir dünya değil mi içinde yaşadığımız gezegen.
Bu koskocaman gezegen , içinde bulunduğu galaksi de toplu iğne başı kadar küçük kalıyor.Sadece samanyolu galaksisinde milyar çarpı milyar daha yıldız var ve milyar çarpı milyar tane daha galaksi var.
Bu da yetmiyor, bilim paralel evrenlerden ve çeşitli boyutlardan sözediyor artık.
Bu muazzam ve adil sistem öyle bir kurgulanmış ki her birim kendi özünden çıkıp kendi özüne geri dönecek şekilde bir rota izliyor.Bu daire şeklindeki rotayı genişletebilenler daha büyük bir hacimle geri dönüyor,bazıları ise daha kısa zamanda.
Bazıları ise rotayı bulamayıp sisteme yaramayan garbage(çöp) haline dönüşüyor.
İşte böyle bir kurgu var.
Sanal bir oyun belki de.
Bu sonsuz ,sınırsız,sürekli yenileme içinde olan ve büyüyen, herşeyi kapsayan,içi,dışı ve merkezi olmayan ve Allah adıyla adıyla işaret edilenin her birimde mutlaka ama mutlaka bir veya daha fazla özelliği mevcut.
Bu oyunda her birimin temel amacı özüyle birleşmesi ve bir bütün olabilmesidir.
Biraz önce bahsettiğim milyarlarca dünyada –tarlada -farklı farklı özelliklere sahip varlıklar bunun için varlar.
Bu muhteşem kurgu içindeki tarlalardan biri ama en önemlisi olan dünyamızdaki insanların da temel amacı bu, tıpkı diğer tarlalardaki varlıkların amacı gibi.
Dünyamızda bunu başaramayanlar başarasıya kadar farklı farklı dünyalarda gelişimlerine,özlerine kavuşma çabalarına devam ediyor.Dikkat edin,bu bir reenkarnasyon değildir.Reenkarnasyon yoktur ve bu dünyada insanlığa birkez şans verilir, dünyalarını değiştirirler,ruhlar hala nur haline yani özlerine kavuşamadıklarında hakettikleri mekana,boyuta ,farklı bir beden halinde farklı bir yere giderler.
Ya da bu sıkıntılarla hiç uğraşmadan dünyada kendi özüne kavuşur ve sisteme hizmet eden nurani bir varlıktır artık…
İslam Dini denilen sistemde özle kavuşabilme kuralları nelerdir gibi çok uzun bir konuyu kısaca toparlamaya çalışacağım;
1-Yukarılarda bir yerde Tanrı yoktur,O her boyutta,katmandadır.Onun bir merkezi yoktur,bulunduğu yerde,içide dışı da yoktur.Her birimde de kendi özelliklerinin bazılarını yansıtmıştır.Bu gerçeği görebilmek bütün bakış açınızı değiştirecek ve Kur’an-ı Kerimi bu bilinçle okuyacaksınız.Namazı,dua gibi çalışmalarınızı da.
2-İslam Dini’ndeki 5 çalışmayı yerine getireceksin;Ama
Namazı,Gökteki bir Tanrı’ya sanki ihtiyacı varmış gibi rüşvet verirmişcesine kılarak değil.
Gökte bir Tanrı ya da Allah adıyla etiketlendirilmiş bir varlık yoktur.
Bu sonsuz sınırsız muazzam sistemdeki birçok varlık içinde insanın yeri çok önemlidir.Çünkü Allah adıyla işaret edilenin tüm özellikleri insanda mevcuttur.İşte bu kurguda özüne ulaşabilmek için kaldırman gerek 5 duyun ve kullanabildiğin kadarıyla beyin kapasitenin gelişimi gereği özellikle verilmiş bir nevi sınavdır.Öncelikli amacın gerçekte olmayan beden kıyafetini çıkarıp bir kenara koyabilme yetisini kazanabilmektir.İşte namazı bu bilinçle kılmazsan dünyanı değiştirdiğin zaman namazla kazanacagın ve ruhuna yükleyip o ortamda biraz daha rahat ettirecek dalgalardan başka gerçek sonuca ulaşamazsın.,özüne kavuşamazsın.
Eğer temel amaç özüne kavuşabilmekse bunun için,iiçindeki özelliklerini ortaya çıkartman gerekmektedir.
İnsanlar kısıtlı kullandırdıkları,yeni datalara kilitledikleri beyinlerini açamadıkları sürece bunun gerçekleşmesi mümkün değildir.
Zamanın birinde kendi ellerimizle yapacağımız ve insani düşünebilme yeteneği de vereceğimiz robotlara da o programı yüklersen aynı şekilde namazı kılarlar.Piyasa da namaz kılan robotların birgün satılacağını bugün gibi biliyorum.
Ya namaz kılan robot olacaksın,
Ya da içindeki o muhteşem ve sadece insana özgü özelliklerini ortaya çıkarmak için namaz kılacaksın.Miraç bilinciyle.
İşte bunun için namaz gereklidir.İstediğin gibi iyi bir insan ol.İçindeki özelliklerini keşfemediğin ölçüde senin için bilim kurgu oyunu devam edecek,burada çektiğin sıkıntılara benzer ya da çok daha ağır bir biçimde.
Fatiha’yı,euzu.leri robot gibi ezbere değil,anlamını OKUyarak,bilerek.Anlamlarını gökteki bir Tanrı’yı düşünerek değil ,kendi içindeki o muhteşem kuvvelere ulaşabilmek için bilmen önemlidir.Her gerçekleştirdiğin fiilin anlamlarını bilerek kılacağın her namaz o kuvvelerini harekete geçirir.Günde 5 vakittir.Dünyamız oluş gayesi itibariyle negatif dalga üretir.Eğer sen her vakit namazda bu dünyanın bir oyundan ibaret olduğunu,
Amacının ise özüne kavuşmak olduğunu
Esasında sen,sen olmadığını,
Anlayıp namazını miraca ulaşarak bitirsende çoğunlukla negatif yüklü dalgalar bir sonraki namaza kadar bir miktar daha sana yüklenecektir.
Ve sen bir sonraki namazda o negatiflikleri de temizleyeceksin.
Ya günde bu şekilde toplamda 21 dk civarı bu eyleme vakit harcayacaksın.
Ya da dediğim gibi istediğin kadar iyi insan ol bu dünyadan sonrada sıkıntılı yolculuğuna devam edeceksin.
NAMAZ İÇİNDEKİ KUVVELERİNİ ORTAYA ÇIKARTACAK OLAN EN ÖNEMLİ ÇALIŞMALARDAN BİRİDİR.

Bir diğeri ramazan ayında tutacağın adına oruç denmiş çalışma.
Oruçta da temel mantık aynıdır.Ruhunda her eylemini,düşünceni kayıt altına alan bir nevi bilgisayar chip.i mevcuttur.Aynı zamanda ruhuna dünyanın yüklediği negatif elektrik dalgaları vardır.Ramazanda bir ay sabah güneş doğarkenden akşam güneş batasıya kadar geçen zaman içinde hiçbirşey yemeyip içmezsen bu negatif dalgalardan temizlenir ve öbür dünyanın değişik atmosferik yapılarından( örneğin radyasyonik bir bölümden mutlaka geçeceksin)korunacağın pozitif dalgalar kazanırsın.Bu dalgalar kayıt altına alınır.

Ve zekat denilen çalışma.
Sistemde karşılıksız paylaşmayan kimsenin yeri yoktur.
Bilgini de, paranı,servetini de paylaşacaksın.
Maddi gelirinin paylaşılması kuralı minimum %2.5…

Hac çok önemlidir maddi gücün varsa:Dünyanın,ruhuna o kadar yoğun bir şekilde pozitif dalga yüklediği ve negatif tüm etkilerden temizlediği bir nevi seni yıkadığı en önemli yeridir.

İşte bu bilinçle gerçekleştirdiğin çalışmalardan sonra az sonra bahsedeceğim 2 düşmanını da yok etmiş olursun.
Ve Allah’la bu dünyada bir bütün olursun
Benlik gütmezsin artık,gurur,kibir kalmamıştır sende.
İnsanları türü,cinsi,kimliği,ırkı,milliyeti,dini ne olursa olsun seversin,iyi geçinirsin,onlarında esasında halife kılınmış(bir ayettir) muhteşem varlıklar olduğu bilinciyle.
Herkese adil davranırsın,her verdiğin karar da adil olur.
Sonsuz bir merhamet güdüsü gelişir sende.
Kimsenin hakkını yemezsin,kimsenin dedikosunu yapamazsın,Gıybet yanından bile geçmez.

Bu oyunda sana iki düşman verilmiştir.Alt etmen gereken 2 düşman…
Biri dışında,diğeri içinde…

Dışındaki düşmanlar bilim tarafından kanıtlanamadığı için hala tanımlanamayan uçan cisimler demişlerdir,kısaca UFO. İslami literatürde arapça yine o anlama yakın bir şekilde CİN demiştir.
Işınsal, 5 duyumuzla görülemeyen ,farkedilemeyen bu varlıklar bizi görürler ve tabir-i caizse bizi kıskanırlar sürekli.
Evet kıskanırlar.
Çünkü düşünürler ki kendileri bizden daha üstün,hoop deyiverince dünyanın bir ucundan bir ucuna gidebiliyorlar,son derece hızlı bir şekilde hareket ediyorlar,bizim düşüncemizi okuyabiliyorlar,okudukları gibi beyinlerimize gönderdikleri etkilerle(impulse.larla)istedikleri gibi hareket ettiriyorlar,istediklerine inanmamızı sağlayabiliyorlar,düşünce tarzımız neyse bizleri çözüp o doğrultuda saçma sapan fikirlere boğabiliyorlar.,çeşitli boyutlarda hareket edebiliyorlar…
İşte bu kadar güçlüler onlar kendilerine göre
Peki o zaman niye kıskanıyorlar?
Güçlü güçsüzü kıskanır mı?
Onlar bizim bilmediğimiz muhteşem gücümüzün farkında dostlar.Bu yüzden kesinlikle dışımıza yöneltmek için ellerinden ne geliyorsa yapıyorlar.Çok da uzun bir zaman sonra olmayacak bir şekilde görünür hale de gelecekler(Hz Muhammed SAV’in sözüdür;ahir zamanın bir bölümünde cinler görünür olacak)Yani bilim kurgu gibi…Bir dönem sonra etrafımızda tuhaf tuhaf varlıklar dolaşmaya başlayacak ve bizimle bir türlü bir savaş içine girecekler.İçlerinden liderleri -ki dini terminoloji adına deccal der-içimizden birçoğunu Tanrı olduguna ikna da edecek.Çünkü belki istediği zaman rüzgarı estirecek,istediği zaman yagmur yağdıracak,istediğinde güneş açtıracak,ölüleri diriltecek,olağanüstü şeyler yapacak.
İşte buranın sanal bir tarla,dünya olmadığını düşünen ve dışında bir yerlerinde mekanlandırdığı,sınırlandırdığı Tanrı'ya inanlar ve ona ibadet yapanlar inanacak...
Ancak böyle bir varlık Tanrı olmalı diyecekler ve kabul edecekler.(Yine Hz Muhammed SAV .in sözüdür ona birçoğumuzun inanacağı)
İşte dünyamızdaki oyunlar bunun için dönüyor,tezgahlanıyor
Şimdiden daha gelmeden Onun Tanrı olduğuna inan birçok devlet adamı var,birçok inanamayacağınız kadar zengin insan ve sözde hümanist örgütler var.
Çünkü kullanacağı kavramlardan biri de sözde hümanistlik…
İnsan varlığında ,kılığında olmayacak muhtemelen.Ordusu da.
İşte onların amacı bizi dışımıza yönelterek bu savaşı kazanmak…
Dışımıza yönlendirirler beynizime gönderdikleri impulse’larla.
Dışımızdaki Tanrı’ya
Dışımızdaki medyaya,kültüre,magazine,dizilere,sinemaya,TV’ye
Dışımızdaki siyasete,
Dışımızdaki müziğe,içimizdeki kuvvelerimizi ortaya çıkarmaya yardımcı tınılara değil.
Dışımızdaki maddiyata,kariyere,şana, şöhrete
Dışımızdaki sisteme…

Bize güçlü olduğumuzu,onlardan kat be kat güçlü olduğumuzu unutturmak isterler.Bunun farkındadırlar.Bilirler bizim bilmediğimiz gücümüzü ve uğraşırlar.Bize bedenden ibaret olduğumuzu iknaya çalışırlar,İstedikleri, bizlere hayvanın yapabildiği şeyleri yaptırıp insanımsı varlıklar haline dönüştürmektir.Yemek,içmek,çoğalmak ve düşündürtmemek…Beyinlerimizi yeni datalara kilitlemek.Günah olduğu varsayımını impuslarla göndererek bir çok doğru düşünceni engellemek.

Bu kurgudaki diğer düşmanımız ise benliğimizdir,nefsimizdir,egomuzdur.
Yine içindeki güce yönlenmeni engeller.Hayvanımsı insanımsı yaşamanı ister.

İşte böyle sevgili dostlar.
O kadar uzun bir konu ki…
Özetle
DIŞINDA BİR YERLERDE BİR TANRI,YA DA ALLAH ADIYLA İSİM VERDİĞİN BİR VARLIK YOKTUR,SADECE ALLAH VARDIR.
İÇİNDEKİ O GÜCE ULAŞMAYI BAŞARMIŞ İNSANLAR MEVCUTTUR.BAZILARI ONLARA BİLGE DER,BAZILARI EVLİYA,BAZILARI EREN.ONLARIN DA ARALARINDA ULAŞABİLDİKLERİ ÖLÇÜDE HİYERARŞİK BİR YAPI VARDIR.
AYRICA RASULLER VE NEBİLER MEVCUTTUR EVLİYALARDAN FARKLI OLARAK.
ONLAR BİR MESSENGER,POSTACI DEĞİLDİR,YUKARIDAN ALDIKLARINI İLETMEZLER.
İÇLERİNDEKİ O İLAHİ KUVVELERE ULAŞMIŞ VE ÇOK ÖZEL BİR BOYUTA GEÇMİŞLERDİR.
ONLARIN İÇİNDE DE DAHA DA YOL KATEDEBİLMİŞ ÖZEL BİLİNÇLER DE VARDIR.SİSTEMİN TAMAMNI ZAMANDAN VE MEKANDAN UZAK BİR ŞEKİLDE ÖĞRENİP O İLAHİ BOYUTTAN ALDIĞI BİLGİLERİ VAHİY YOLUYLA İNSANLARLA PAYLAŞANLARDIR.
EN ÖNEMLİ VE EN ÜST MERTEBEYE DE HZ MUHAMMED AS GELEBİLMİŞTİR.
İNSANLARA DA BENZETMELERLE DOĞRULARI ANLATMAYA ÇALIŞMIŞTIR.
MELEKLER DE BİR VARLIK DEĞİL BİR NURANİ KATMANDIR.
BU NURANİ KATMANI EGER İÇİNDEKİ O İLAHİ BOYUTLARA ULAŞABİLMİŞSEN BEDENİNİN VE BEYNİNİN PROGRAMLANMASI DAHİLİNDE BEYNİN O NURANİYETİ BEDENLEYEREK İNPUT OUTPUT ŞEKLİNDE ORTAYA ÇIKARIR. VE SEN SANKİ ONLARI BEDENLENMİŞ GÖRÜRSÜN.TIPKI AZRAİL GİBİ…EGER DATALARI SÜREKLİ KAYDEDEN CHİP.İN ORTALAMASI NASILSA O AZRAİL SURETİ DE O ŞEKİLDEDİR.
İLAHİ KUVVELERİNE,ÖZELLİKLERİNE ULAŞABİLMEN İÇİN
SEVGİ DOLU OLMAK ZORUNDASIN,GIYBET,DEDİKODU YAPMAMALISIN,ADALATE ONEM VERMELİSİN,KİMSEYİ AYIRMAMALISIN.BEYNİNİ YENİ DATALARA KİLİTLEMEMELİSİN.AİLENE,AKRABALARINA ÖNEM VERMELİSİN,TİTİZ OLMALISIN,ÇALIŞKAN OLMALISIN,TEMİZ OLMALISIN.GÜLERYÜZLÜ OLMALISIN.
VE SÜREKLİ SORGULAMALISIN…
YETER Mİ?
HAYIR
İSTEDİĞİN KADAR BOYLE BİRİ OL,
YUKARIDA BAHSİ GEÇEN NAMAZ,ORUÇ,ZEKAT HAC GİBİ VE İÇİNDEKİ BULUNAN O SIFATLARI TEKRARLAMAN GİBİ ÇALIŞMALARI YAPMAZSAN SADECE POZİTİF ENERJİ DALGALARININ BİR KISMINI ALARAK ,DÜNYANI DEĞİŞTİĞİNDE YOLCULUĞUNA DEVAM EDERSİN ALABİLDİĞİN ÖLÇÜDE RAHATLAYARAK.
AMA BU SIKINTILI YOLCULUK TAMAMLANMAZ.
SİSTEM SON DERECE ADİLDİR,
VE ÖZGÜR İRADE ÜZERİNE KURULMUŞTUR.
YA ÇÖP OLACAKSIN,
YA DA KURULAN BİR ORDUNUN EN AZINDAN BİR ERİ.

Diğer bahsetmek istediğim cennet,cehennem gibi diğer konuları ise bir başka yazımda inşaallah paylaşacağım.

Herkese sevgi ve saygılarımla.

“Allah beni yanlış yönlendirmelerimden ve bilgilendirmemden korusun”

Turkiye-Petroller-Oyunlar

ISTER INANIN ISTER INANMAYIN...(Kaynak İnternet)

Turkiye-Petroller-Oyunlar

Petrol yoksa çıkartma ruhsatı neden vermiyorsunuz!..

Değerli okurlar, geçenlerde Türkiye-Suriye sınırında uydu verilerine göre petrol denizi olduğu iddiasını yazmıştım..Yazı sonrasında Silopi''de madencilik yapan Beşir Yılmaz aradı.. Yazacaklarımı lütfen iyi okuyun!...
Beşir Yılmaz telefonda.
" Vedat bey, gelin Silopi''de Cudi eteklerine sizi götüreyim de petrolü kendi gözünüzle görün!.." diyerek feryat ediyordu..
"Nasıl yani!.." diye sorduğumda anlatmaya başladı..
"Biz aileden madenciyiz..
Irak sınırında yaklaşık 300 km ya da bir başka deyişle
yaklaşık 150 milyon ton asfaltit madeni buldum..
Bu madeni bir süre resmi olarak işlettikten sonra devlet
1978 yılında " kamulaştırıyoruz" diyerek el koydu.
Rezervin de 50 milyon ton olduğu iddia edildi.
Madem asfaltit rezervi az , neden el koyuyorsunuz.
Dünyanın neresine giderseniz gidin asfaltit maddesi bulunan
her yerin altında petrol vardır.
Silopi''nin altı da petrol denizidir.

Yaz aylarında etraftaki ocaklardan resmen petrol akar ve
Hezil çayına karışır.

Gelin görün! Sadece petrol değil, burada çok zengin uranyum
ve nikel madeni de var" - Nereden biliyorsunuz?
"Türkiye''deki analizlere güvenmediğim için madenin her
tarafından örnekler alarak
Almanya''ya bizzat götürdüm ve analiz yaptırdım.

Raporları gönderdim size ( Sonuçlar elimde Yatağan ve
Tunçbilek''e
göre iki misli rakamlar var) dünyanın en önemli
uranyum madenlerinden birisi buradadır ve aktif
haldedir.." Beşir Yılmaz''ın anlatacak o kadar çok
şeyi var ki makineli tüfek gibi ard arda sıralıyor.

Ben de zaman zaman araya girip soru soruyorum..
- Petrol olduğunu nereden biliyorsunuz?

"Bu bölgede İngilizler 1967-87de petrol aramışlar.
Açılan kuyulardan gökyüzüne doğru 100 metre kadar petrol
fışkırmış.
Ardından kapatmışlar ve betonlamışlar.
Benim madenimin yanında da bu kuyudan var ve vanasını gelin
birlikte açalım eğer beton ve civa basıp
tıkamadılarsa bakalım ne kadar petrol fışkıracak.

Dönemin köylüleri arasında hâlâ yaşayan görgü tanıkları var ve
petrolün 100 metre kadar fışkırdığını görenler var."
Beşir Yılmaz konuştukça pür dikkat dinlemeye devam
ediyorum.. "Vedat bey, asfaltit maddesi olan her yerde petrol
vardır.

Eğer petrol yoksa bana neden petrol çıkartma ruhsatı
vermiyorlar.

Musul ve Kerkük''ün rakımı 80-100 metre civarındadır.
Cudi Dağı''ndaki petrolümüz resmen Irak''a doğru akıyor ve
başta
İngilizler ve ABD bunu biliyor.."

Beşir Yılmaz bugünlerde Silopi''ye bile zor gider hale gelmiş.

Devlet kamulaştırılacak diye el koyduğu madeni şimdi Turgay
Ciner''in sahibi olduğu Park Holding''e devretmiş.

Durum böyle olunca, Yılmaz da dava üstüne dava açmış
ve yürütmeyi durdurma kararı aldırmış.

Eğer tekrar el konulursa AİHM''ye başvuracakmış.

Kısacası madeninin peşini bırakmıyor ama artık bölgedeki aşiret
ağaları da onun peşini bırakmaz hale getirilmiş..

Bütün dava tutanakları elimde okudukça dehşete
kapılıyorum.. Şimdi sıkı durun... Beşir Yılmaz
Başbakan Tayyip Erdoğan''a bu durum üzerine
başvurmuş ve dilekçe vermiş dilekçede aynen şöyle
yazıyor.. " Bürokrasi ve çeteler milletin hak ve
hukukunu aramaktan bezdirmiştir. Televizyonda ve
basındaki konuşmalarınızda "hortumcu çetelerin ve
bürokrasinin üstüne gidilecektir" diyorsunuz Millet
buna çok seviniyor..

25 yıldır gasp edilen madenimiz çete ve bürokratların, anayasa,
kanunlar ve insan hakları hiçe sayılarak ihale yolu ile
peşkeş çekiliyor.

Allah''a ve sizin yüksek adaletinize sığınıyorum."
Beşir Yılmaz devlet tarafından el konulan mallarını ve bunun
karşılığında devletin verdiği parayı yazıya eklemiş..

1- 35 km yol yaptım.
2- 500 bin ton hazır çıkarılmış kömürüm var.
3- 3,5 milyon metreküp hafriyat yapılmış.
4- Mazot tankları.
6- Dinamit ambarı.
7- Kantar ve kantar binası. .

Resmi olarak bana ait olan ve vergisini ödediğim madenimde
bugüne kadar yaptığım işler ve halen bulunan
demirbaş ve çıkarılmış maden için ödenen para da
5.800.800 TL.. (Buna resmen gasp ve devlet terörü denir!..)

Beşir Yılmaz Başbakan Erdoğan''a yazdığı dilekçede devam ediyor..
" Bu para halen bankada duruyor.

Buna rağmen Türkiye Kömür İşletmeleri ihaleyi adamlarına ve
hortumculara peşkeş çekiyor... ". . .
Beşir Yılmaz''ın bu başvurusuna Başbakan Erdoğan bugüne
kadar cevap vermemiş.. Beşir Yılmaz''dan al ve ABD
bağlantılı şirketlere ver... Uranyum konusu da bir
başka skandal... Güneydoğu resmen petrol denizi
üzerinde ve Türkiye ABD Firmalarının peşinde "bize
petrol bul" diye yalvarıyor...

Korkunç iddialar devam ediyor:. 6 mühendisin kafaları kesildi.

TPİK diye Türkiye Petrolleri''nin kurduğu bir kurum yurt dışına
petrol arama işlerine giriyor ve bugüne kadar milyar dolar
zarar ediyor...
Beşir Yılmaz diyor ki: "Kimin hain kimin işbirlikçi
olduğunu anlamak çok kolay!..

Eğer bölgede petrol yok ise neden bana petrol çıkartma ruhsatı
verilmiyor. Ruhsatı verin 800 metreden petrolü
çıkartmazsam ben bu ülkeyi terk ederim.

MTA yıllar önce sondaj yaptı 480 metrede su bulundu ve ardından
delici aletin ucu kırıldığı için sondaja son verildi.

Herkes bilir sudan sonra petrol gelir.

Biz yerli teknoloji ile 1200 metreye kadar sondaj yapabiliriz
kimseye ihtiyacımız yok.

İzni versinler siz görün petrol nasıl fışkıracak.."

Bu görüşmemizden bir gün sonra Beşir Yılmaz tekrar
aradı ve Soma''da görevli bir mühendis ile görüşmemi
isteyerek telefon numarasını verdi.

Adını burada yazmak istemiyor. Mühendis ile görüşmemde daha da
çarpıcı gerçekler çıktı ortaya... Altı ay kadar önce Cudi
dağları

eteklerinde bulanan 6 insan iskeletinin ne olduğunu bilip
bilmediğimi
sordu..ben de "bilmiyorum" dedim. Mühendis ekledi "
Bu iskeletler 18 yıl önce Cudi Dağı''nda kaybolan 6
Türk petrol mühendisinin iskeletleri.

Kafaları kesilerek öldürülmüş.." Dondum kaldım.

Ne diyeyim.

Kendisi de mühendis olduğu için yalan söylemiyordur diye
düşündüm..
Ardından devam etti.. "Vedat bey Türkiye maden
bakımından dünyanın en zengin ülkesi.

Siz Ödemiş yakınlarındaki Bozdağ''ın dünyanın en büyük altın
rezervi olan dağlarından biri olduğunu biliyor
musunuz? Ama bu madenleri kimse çıkaramaz.

Hatta bu konunun üzerine giden gazeteciler
öldürüldü.. Uğur Mumcu ve Çetin Emeç''in
öldürülmeden kısa bir süre önce bu madenler üzerine
gittiğini biliyorsunuz her halde..." İlgiyle dinledim.

O kadar çarpıcı şeyler anlattı ki, yazmaya sayfalar yetmez..

İddiaların hepsinin belgeli olduğunu söyleyen bu mühendis,
gazete

ve televizyon kanallarında hiçbir gazetecinin bu yönde bir
haber
yapamadığını ve milletin resmen uyutulduğunu
örneklerle anlattı.. Beşir Yılmaz''a son sözüm "
Bana anlattıklarınızı Genelkurmay''a anlatınız mı?" oldu.

Aldığım cevap da aynen şöyle.. " Vedat bey her şeyi
belgeleriyle birlikte birkaç kez askeri
büyüklerimize anlattım ama bugüne kadar bir arpa
boyu ilerleme kaydedemedik!".. Ne diyeyim, bu
milleti korumaya yemin etmiş olanlar utansın!.. Son
sözüm: "AB, ABD PKK''yı boşu boşuna özellikle bu
bölgede güçlendirip milletin başına bela etmedi.

Bölgeye gelecek barış ortamı Türkiye''yi ekonomik
olarak uçuracak gelişmelere gebedir!.."

vee Amerika Aya Ayak Bastı ( ! )

USA Ay a gittimi gitmedimi diye son 2-3 gündür bi araştırma yaptım başta tamamen uzaya ayak basıldığı iddiasıyla araştırmaya başlamama rağmen benim kanaatim aya gidip ayak basmanın tamamen yalan olduğu yönünde
neden boyle bir sey yaptığına gelince 1957 de Rusya ilk defa dünya yörüngesine uydu yerleştirdiğini soyleyince USA bundan çok korkuyor hatta Washington post Rusyanın aya füze üssü kurup atom bombası atabilecegini filan yazıyor
neyse garipliklere gelecek olursam
- ayda cekilen video goruntulerin ebakarsak eger sanki yerçekimi azmış gbi duruyor ama filmi 2 kat hızlandırırsak normal bir çölde koşan insan yada giden araç gibi.
-USA bayrağını ayın yüzeyine dikmekte bi hayli zorlansalarda bırakıp yanından uzaklasırken bayrak dalgalanıyor :) havanın dogal olarakta atmosferin olmadıgı bir yerde bayragın dalgalanması ne kadar mantıklı siz düsünün:)
-Uzay mekiginin modülü aya inis yapıyor ve indigi yerde o sıcaklıga ragmen hic yanık izi yok oysa osnradan gonderilen insansiz araclarda bu yanık izi var. Nasa yetkilileri toz nedeniyle yanık ollmadı diyorlar ama bu defa mekigin aya indigi genis ayakcıklarda hic toz yok:)
-aracı kullanmaktan cok aciz olan ekip 6 defa aya iniyor ve hic sorun olmuyor. mekigin tasarımcısı aya gidip geri canlı ihtimali neredeyse % 0.0017 yani imkansız gibibi durum diyor.
-aydaki tek ışık kaynağı güneşken astronot resimlerinde ki gölgeler ışık kaynagının cok farklı yönlerden geldigini gösteriyor ve profesyonel fotografcılar bunun ancak ısıklandırma ile mumkun olacagını soyluyorlar.
-mekik ten inen astronot karanlık bölge tarafından iniyor ama astronotun tum kıyafetindeki en ince ayrıntı bile görünüyor :)
-mekik farklı gunlerde farklı yerlerde cekim yaptıgını soylerken 2.5 mil ilerliyorlar ve goruntu geliyor aynı :) filim ustuste bindirildiginde goruntude hic bir fark yok.
-kamerada bulunan + isareti bazen goruntulerin arkasında kalıyor :) buda goruntunun ustune resimlerin bindirildigini gosteriyor.
-Gus Crissom adlı astronot apollonun bilgilerini dışarı sızdırıyor ve herkez öldürülmesini beklerken yakalanıyor ve bir müddet sonra yeniden mekik araştırmasına katılıyor ve bir denemede 3 astronot mekige biniyor kapatılıyor mekigin ici birden alev alıyor ve kapılar acılamadıgından 3 astronot icerde yanarak ölüyor.
-uzayda dunyanın 500 mil dışında güneşteki patlamalardan kaynaklanan çok kuvvetli bir radyasyon var işte bu radyasyon nedeniyle Ruslar asla aya insan indirmedigini acıklarken ve bu radyasyondan kurtulmak icin cok kuvvetli radyasyon onleyiciler kullanmısken apollo nn kagıt kadar ince aluminyum la bunu engellems olması imkan dahilinde bile degil.
-kameraların goruntusu cok cok bozukken mukemmel fotograflar cekmesi ayrı bir komedi :)
-boron adlı bir astronot apollonun tam bi fiyasko oldugunu soyluoyr ve 500 sayfalık bi rapor hazırlıyor meclis e ama arabasına tren carpıp ölüyor aile si ile birlikte ölürken raporu asla bulunamıyor .
-ayrıca aydan kalkarken mekigin fırlatılması esnasında bırakılan lunar ın dan iz yok:)
hepsi bu kadar deil ama yazabildiklerim bu.